Mustafa ORAL
Babadağ’dan Barla Dağlarına Suad Alkan*
Tek başına bir İslam kültür ve tefekkür ansiklopedisi niteliği taşıyan Risale-i Nur’un elli küsur yıldır bu tarafının hak ettiği şekilde işlenmediği/işlenemediği şüphe götürmez bir gerçek. Birkaç mütefekkiri istisna tutarsak bugüne kadar Risale’nin daha çok nakli tarafına yapılan vurgularla yazılmış/söylenmiş ürünler yayımlandı. Nur talebelerinin iyi niyetli gayretleriyle yapılan yazar transferleri de Risale ile uyuşmayan, zaman zaman yanlış bilgilerin ve yorumların Risale literatürüne girmesine neden oldu. Bununla beraber, nispeten klasik tanımıyla cemaatî akımların dışında özgür ve özgün bir dil oluşturmaya çalışan farklı yaş, fıtrat ve eğilimdeki bazı Nur talebeleri de herhangi bir cemaatin hassasiyetlerine bağlı kalmadan sadece Risale metnine yoğunlaşarak Risale’ye entelektüel bir bakış açısı getirebilmişlerdir. Birinci planda Risale ve onun kutsal kaynaklarını referans alan bu mütefekkirler kendilerini ifade edebilecekleri kanal sıkıntısı çektikleri için bu düşüncelerin yaygınlaşması gecikmiştir. Bunların sayısı parmakla sayılacak kadar az olmasına rağmen yine de Risale’nin ‘cemaatî’ tarafından çok Risale’nin ‘metni’ni anlamaya yönelik endişe taşıyanların hafızalarında iz bırakmayı başarabilmişlerdir. Çağın değişen koşullarını, kent kültürünü ve modernizmi çok iyi okuyabilmiş bu mütefekkirler içinde bu anlamda ilk akla gelenlerden birisidir Suad Alkan.
Babadağ Âşıkları
Suad Alkan, 1940'ta Denizli’nin Babadağ ilçesinde doğar. Eğitimini Denizli, Isparta, Konya, İzmir ve İstanbul'da yapar. İstanbul'da on dört yıllık gazetecilik yaşamını noktaladıktan sonra Fransa’ya gider. Sorbonne Üniversitesi’nde mastır yaptıktan sonra Paris Protestan Fakültesinde "Risale-i Nur'da Bilim ve Modern Sanat Felsefesi" başlığı altındaki doktora tezini vererek Doktor unvanını alır. 2002 yılında Ay'a Senfoni isimli şiir kitabını yayımlar.
Bediüzzaman'ı imam hatip lisesinde öğrenciyken Isparta’da ziyaret eden Alkan Son Şahitler’de bunu etraflıca anlatır:
“Çallı Mustafa Öztürk, Burdurlu Mustafa Çetin ve yeğeni gibi ileri sınıftaki bazı talebelerle kirada oturuyorduk. İlk defa kış gecesi ısınmaya gittiğimiz odalarında, elinde 'Risale-i Nur Nedir?' başlıklı iki sayfalık bir bülten bulunan Mustafa Çetin'den Bediüzzaman ismini duydum. Ve hemen 'Beni Bediüzzaman'a götürünüz' dedim. Zihnim bu isme takılmış kalmıştı. 'Olmaz, senin aklın böyle şeylere ermez, Bediüzzaman seni kabul etmez' dediler.
O sıralar okula seherde gidiyorduk. Kış mevsiminin gündüzleri çok kısa olduğundan okula giriş zili şafak sökerken çalardı. Bir gün evden yalnız çıktım. Hapishanenin altındaki yoldan İstasyon Caddesine sapacağım kavşakta, elektrik direğinin dibinde siyah sakallı, küçük yüzlü, lâcivert pardesülü bir şahıs gördüm. Yanılmıyorsam bu karşılaşmayı normalin dışında bir tarz olarak tekâkki ettiğimdendir ki, fazla insanlarla konuşmak meşrebime uymadığı halde ondan nereli ve niçin burada bulunduğunu sordum. 'Vanlıyım, Bediüzzaman'ı ziyarete geldim' dedi. Kalbime küçücük bir sadakat ve fedakârlık mührünün vurulduğunu hissetim. Küçük dünyamda Van’la Isparta arası, bugünkü muhayyileme göre Şam'la Londra arası gibiydi. Taaccübümü içime gömerek mektebe gittim.
Üstadla arabaya giderken selamlaştık
Aradan bir kaç ay geçti. Başka ama bir bahar sabahı gene okula giderken ve gene sokakların tenha olduğu saatlerde aynı kavşağı dönüp otuz adım girdim ki, arkamdan bej renkli bir otomobil geliyordu. Yanımdan geçerken içine dikkat ettim; şoförün arka kısmında çok yaşlı ve değişik kıyafetli, beyaz benizli, sakalsız, saçları sarığının dışına taşmış bir zat bana bakıyor ve sağ elini başına kaydırarak selâm veriyordu. Nasıl mukabelede bulunacağımda bir an terddüt ettim. Bir yandan kendimi toparlamaya çalışarak, diğer yandan çantasız elimi göğsüme kaldırmaya çalışarak, başımı eğerek selâmlaşmış oldum. Kalbime ikinci bir nur noktası daha konmuştu. Şoför ve yanındaki gençler dikkatimi çekiyordu. Isparta'da, hele baharda, seher müthiş tecellilere mazhar oluyor. Şehri çevreleyen gül bahçeleri bütün Isparta'yı gül kokusuna bürüyor. Bej renkli araba, gözlerimin teslim olmuş bakışları içinde gül kokularına karıştı...
İleri sınıflarda Zekeriya Kitapçı adlı bir ağabeyimiz vardı. Sık sık Üstadın evine gittiğini duydum. Ona da rica ettim, 'Beni oraya götür, beni görüştür' dedim. Galiba duyulmaktan çekiniyordu. Dileğimi yapamadı. Sonra Osman Kara'nın beni Üstada götürebileceğine gözüm kesti ve ona da müracaat ettim. Osman Kara sert mizaçlı bir ağabeydi. Gözü de karaydı. 'Peki' dedi ve beni aldı götürdü. Meğer Üstad, oturduğumuz ev ile okulun arasındaki yol üstünde iki katlı bir evde oturuyormuş. Kapı tek kanatlı ve önünde iki basamak... Osman Ağabey zile bastı. Zübeyir Ağabey açtı kapıyı. Ziyaret istediğimizi bildirdik. Zübeyir Ağabey bizi kapının arkasından bir yazıyı okudu. Çok yumuşak, çok sakin ve şefkatli bir sesle, Üstadla görüşmek yerine Risale-i Nur'ları okumamızı tavsiye etti. Üstad ihtiyardı, rahatsızdı. Ziyaretçiler sık sık geliyordu. Zübeyir Ağabey ne kadar sebep söylüyorsa, sanki hiç sözünü anlamıyordum. Demek ki anlamak istemiyordum. Dönmek istemediğimi anlamıştı. Üstada haber vermek üzere beklememizi söyledi, gitti.
Üstadın huzurundayım
Kabul edilmiştik. Daha 10-15 basamak olan merdiveni nasıl çıktığımı, kilimsiz sofadaki iki kanatlı kapı önüne nasıl vardığımı bilemiyorum. Tüy gibiydim. Kapı açıldı. Gözlerim hemen arkasındaki sedirde yorgana sarılmış vaziyette oturan Üstada takıldı. Heyecanım, onu bir ince sis tabakası arkasında görüyormuşum hissini veriyordu. Elini öptüm. Sedirin ayak ucunda diz çöktüm. Osman Ağabey arkama, kanapeye oturdu. Sedirin baş ucundaki bir ağabey de dedi ki:
‘Kardeşim, Üstadımızın söylediklerinden anlayamayacağınız kısımlar olursa ben tekrarlayacağım.'
Üstad zor konuşuyordu
‘İmam-Hatip Mektebi talebeleri bizim kardeşimizdir. Kahraman Menderes...' sözleri kulaklarımda çivi gibidir. Türkiye'nin iman hakikatleriyle ilgisi, Risale-i Nur'ların hizmeti üzerine, bize tam 45 dakika ders vermişti. Sesi çok zayıf çıkıyordu. Zaman zaman 'Anlayamadıklarınızı ben açıklayacağım' diyen ağabey, Üstad susunca anlatıyordu.
Ansızın ayağa kalkmış olduk. Üstad da doğruldu yerinden. Sol eliyle sağ omuzumu iki-üç kez sıvazlayarak adımı sordu. 'Özen Alkan' dedim. Üstad şöyle dedi.
Benim çok sevdiğim bir biraderzâdem var, sana onun ismini veriyorum. Bundan sonra ismini kullanırsın...' Çocuklukla gençlik arasındaki bir yaşta öyle kendimden geçiyor gibiydim ki, tekrar elini öpüp ayrıldıktan sonra sokağa çıktığımızda bana verdiği ismi bile hatırlayamadım. Dönerken Osman Ağabeye bana ne isim verdiğini sordum. “Suad” dedi.
Ondan sonra hep bu ismi kullandım. Özen, sadece nüfus hüviyetimin sayfasında kalmıştı. Tam kırk sene... Merhum pederim, vefatına altı ay kala, beni yeni ismimle çağırmaya ve mektup yazmaya başladı.
Yirmi seneden beri talebelik, askerlik ve iş hayatımda ne zaman bir çıkmaz sokağa sapacak olsam, müşkül durumda kalsam, birkaç kere omuzuma konan o elin şefkat ve merhametini sürekli olarak duydum. Ciddî bir terbiye vermekten çok uzak kendi ebeveynimin yerine bu mübarek elin geçtiğini idrak ettim. Önceleri mutlak muhalif oldukları halde bilahare Risale-i Nur'ların imdada yetişen bir siyanet meleği gibi koruyuculuk vasfını kabullenen peder ve validemin halinden de bunu anlıyorum.
Tugay Camiinin temel atma merasiminde
1959 senesinde Isparta İmam-Hatip Okulu üçüncü sınıf talebesiydim. Sıcak bir kuşluk. Şehrin ana caddelerinde askerî cemseler... Merkezî yerlerde, 'Askeri mıntıkada cami yapılacak, bu vesileyle birlik içinde mevlid kıraat edilecek; arzu edenler cemselere binip merasimi iştirak edebilir' diye bir şayia yayıldı. Hususan İmam-Hatip Okulu öğrencilerini mektebin önündeki İstasyon Caddesinden cemselere doldurup kışlaya götürdüler.
Ben de gittim. Geniş bir sahada aralıklı direklere hoparlör bağlanmış, temelin yanında da kürsü kurulmuş. Komutanlar, neferler, talebeler ve halk muhtelif şekilde yer yer sohbet etmekte. Silindir şapkalılar, beyaz şeritli talebe kasketleri, yüksek rütbeli subaylar dikkati çekiyor. Neferden ziyade subay var. Merasim saati bekleniyor. Aralarında sohbet eden gruplar birbirine ikişer üçer mesafede... Herkes ayakta. Hazırlığın sonu...
Ansızın bir fısıltı yayılıyor kulaktan kulağa:
Bediüzzaman Said Nursî geliyormuş!
Bir tuhaf oluyorum. Korkulan, kovalanan, herkesle görüşmekten menedilen, bilhassa subayların aleyhindeymiş intibaları yayılmak istenen bir zat böyle bir cemiyete nasıl geliyor? Sistemli bir düşünceye ve mantığa bağlı bulunmayan kafamda müthiş bir soru...
Başımı fısıltının geldiği yana çevirdiğimde bir de ne göreyim; o kalabalık upuzun muntazam bir koridor şeklini almasın mı? Hayret ve hayranlığımı yenemiyorum.
Kalabalığın dibinde bir kolunda Bayram, diğer kolunda Zübeyir Ağabeyler tutmuş olarak sarığıyla, siyah cübbesiyle, yün çorabı ve lâstik ayakkabısıyla, Üstad Bediüzzaman geliyor! Ve ne acaiptir ki, önünden geçtiği her komutan elini kasketine götürerek Üstad'ı selâmlıyor. Bediüzzaman onlara gülümsemelerin en nezihiyle ve elini başına götürerek hafif hafif sallayarak mukabelede bulunuyor. Ben daha sonra ondan başkasına bakmadım. Temelin yanına vardıklarında yüksek rütbeli bir komutan, 'Hocam, buyurun ilk konuşmayı siz yapın ve ilk harcı siz koyun' dedi. O zaman dünya içime sığıyordu, ama ben dünyaya sığmıyordum. Böyle hissetim.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri komutanın bu teklifine karşı teşekkür etti. İlk harcı koydu, fakat ihtiyarlığı ve hastalığı sebebiyle konuşamayacağını belirtti. Bunun üzerine bir hatip çıktı kürsüye konuştu. Mevlid okundu. Merasim uzadı. Misafirler ağırlandı.”
Bugün Suad Alkan Risale camiasında entelektüel birikimi ve duruşuyla çok özel bir yerde duruyor. Sezai Karakoç ve Nuri Pakdil İslam kültür ve medeniyetinin dönüşümünde nasıl bir kilometre taşı vazifesi görüyorsa Suad Alkan da Risale camiasının dilinin, düşüncesinin ve duruşunun dönüşümünde aynı vazifeyi görüyor. Bu değerin kaleme dayalı bir kültür hareketi olan Risale camiası başta olmak üzere bütün dünyaya tanıtılması gerekiyor. Bunun için değişik yayın organlarında yayımlanan yazılarının bir an önce kitaplaştırılması ve hakkında paneller düzenlenmesi gerekiyor. Zira Suad Alkan ebedi olan Üstadın ebedi, edebi ve edebiyat emanetidir. Emanete sahip çıkılmalıdır.
*Yakında yayımlanacak Bediüzzaman’ı gören Denizli Nur talebelerini anlattığımız kitabımız için Suad Alkan hakkında hazırladığımız portre…
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.