Hüseyin YILMAZ
Bin Yıl Yaşamak!
Üstad'ın hayatında olup kayıdlara geçmiş hakikat çekirdeklerini "roman" toprağında sümbüllendiriyorum. İşte onlardan hemen hepinizin bildiği bir çekirdeğin sümbülü!
***
Haksız yere ama mecburiyet karşısında Tağ Medresesi'nden ayrılmış olması Said'in fırtınalı ruh ve düşünce dünyasında büyük dalgalar meydana getirmişti. Bilme ve öğrenme arzusunun çok erken bir vakitte, beklemediği bir şekilde kesilmiş olmasının üzüntüsünü aşmakta, kederini teskin etmekte güçlük çekiyordu.
Büsbütün kopmamış olmak için haftada bir Nurs'a gelen Abdullah'dan ders alıyor ve bir hafta boyunca o dersin tekmili, hıfzı ve hazmı için uğraşıyordu. Ne var ki, bu tek ders ruh ve dimağını tatmin etmiyordu, içine düştüğü vaziyeti nasıl aşabileceğini düşünüp duruyordu. Düşünce dünyası Nurs vâdisine sığmaz olmuştu, aklın yalnız başına sevk ve muhakemesi ile bilmenin üstesinden gelemiyordu. Zekâ keskinliği yalnız başına bilmenin anahtarı olamıyordu.
Tefekkür ve müşahede ile vardığı göz kamaştırıcı neticeler, onu bütün varlığıyla sonsuz bir yaratıcıya götürse de çoğu zaman "nasıl" ve "niçin" şeklinde zihnine musallat olan suallere mukni cevablar vermekte güçlük çekiyor, nefsini ikna etmekte zorlanıyordu.
Bir gün kabristanın yukarı tarafında oturduğu kayanın üstünde, uzaktan uzağa da olsa yaşlı bir köylünün defnedilişine şahid oldu. Tabutun içinde omuzlar üstünde kabristana getirilişi, kefene sarılı vaziyette tabuttan çıkarılıp kabre indirilişi, aceleyle üstünün toprakla örtülüşü gözlerinin önünde olup bitmişti.
Kabristanın yolu evlerinin yakınından geçmesine rağmen, o güne kadar şahid olmadığı bir şeydi gördükleri. Zirâ ne zaman köyde bir vefiyat olsa Nure, korkmasınlar düşüncesiyle çocuklarını odaya sokuyor, bir şekilde oyalamaya da muvaffak olarak tehlike geçinceye kadar dışarı salmıyordu. O sebebledir ki Said, ilk defa ölümün bu tuhaf ama canlı sahnesine şahid olmuştu.
Ölen zât çok yaşlı görünüyordu ama kaç yaşında olduğunu bilmiyordu. Yine de tahminine göre yetmiş yaşından büyüktü. Güleç yüzlü, çocukları seven sıcacık bir ihtiyardı Yusuf Dede. Ne zaman karşılaşsalar hal ve hatırını sorar, cebinde taşıdığı bir iki ceviz veya pestil parçasını vermek isterdi. Ama Said hiçbir zaman almazdı. Almayacağını bilmesine rağmen, Yusuf Dede ile her defasında aynı şeyleri tekrar yaşarlardı. O ısrar eder, Said ise bir şekilde reddederdi.
En son birkaç gün önce, Cuma namazı çıkışında karşılaşmışlardı. Hasta idi, namaza da güçlükle gelmişti. İlk defa Said'in hal ve hatırını sormamış, bir şeyler vermek için uğraşmamıştı. Yorgundu, etrafının farkında değilmiş gibiydi. Belli ki ölüm vakti yaklaşmıştı, ölüyordu artık...
Bu hatırlama Said'in ruh ve vicdanına şiddetli bir kamçıdan çok, keskin bir kılıç gibi indi. Zaman zaman düşündüğü ölüm karşısında dehşete kapıldı. Ölmemeyi düşündü, sonsuz yaşamayı tahayyül etti; sonra ölümün dehşet verici gözlerine baktı, korkunçtu...
Bir ses, bir fısıltı duyar gibi oldu:
"Bin yıl yaşamak ama sonra ebediyen yok olup gitmeyi mi istersin, yoksa nasıl olursa olsun ebediyeti mi?"
Aklından önce vicdanı feryad ile çığlık çığlığa cevab verdi:
"Cehennem bile olsa ebediyeti isterim!"
Yok olma, bir daha yaşamamak, hayata dönmemek, vücud bulmamak düşüncesi vicdan ve ruhunu dehşet içinde bırakmıştı. Ne olursa olsun ebediyen yaşamak, yok olmamak istiyordu...
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.