Bir baba ile oğlun hikâyesi (1)

Kahraman…

Bahadır, yiğit, cesur, mert mânâlarını ifade eden bu tabir, genellikle zafer kelimesi ile birlikte kullanılır. Zîra zafer, kahramanlığın neticesi ve hayatın meyvesidir.

İnsanlar ancak, hayatî tehlikeleri göze alıp o sıfatları kullanarak kahramanlıklar gösterdikleri takdirde zaferler kazanabilirler. Kazandıkları zaferlerin büyüklüğü nisbetinde de tarihe geçerler.

Kahraman ve zafer kelimeleri, her söyleyişte savaş meydanlarını, askerî hareketleri tedai ettirse de günlük hayatta, milleti için kendini aşan büyük işler yapan kişileri takdir etmek maksadıyla sık sık kullanılır.

Bir insanın kendini aşması, ruhunu bedenine hakim kılması ile mümkündür. Zaten Amiel’in de dediği gibi asıl ‘kahramanlık, ruhun bedene karşı kazandığı zaferdir.’

Kahramanlık, devletlerin milletlerin nazarında muteber bir sıfat olduğundan, ruh ve bedenden meydana gelen her insan, büyük bir kahraman olmak ister. Her kahraman da sıfatının başka kahramanlar veya âlimler tarafından verilmesini arzu eder.

Hele bu sıfatı veren insan, Bediüzzaman gibi kahraman bir âlimse, neticesi ahirete müteallik olduğundan o ‘kahraman’ taltifi, savaş meydanlarında kazanılanlardan çok daha mühim bir zaferdir.

Hayatın zaferi.

Nur hareketinin tarihî seyri içinde, Bediüzzaman Said Nursî’den kahramansıfatını alan pek çok insan vardır. ‘Risâle-i Nur’un İnebolu kahramanı Nazif Çelebi’ de onlardan biridir.

***

Ahmed Nazif Çelebi.

1891 yılında, Kastamonu ilinin İnebolu ilçesinde dünyaya geldi. İlk dinî eğitimini, ailesinden aldı. Şahsiyeti, çok iyi bir terbiye gördüğü ailesinin fıtrî şartları içinde şekillendi.

O büyüdükçe, şahsiyetinin en bariz vasfı olan şecaati, cesareti, metaneti de gelişti ve aile çevresinin, içinde yaşadığı muhitin yanı sıra; vatanı, milleti, dini de içine alacak hâle geldi.

Nazif, okumaya istidatlı bir fıtrata sahip olmasına ve mahalle mektebini başarı ile bitirmesine rağmen zamanın zorlukları yüzünden medreseye devam etmedi ve ticarete atıldı.

Hanedan hususiyetli geniş bir ailenin çocuğu olduğundan, evde yaşanan âdâbın, erkânın yanı sıra; zaman zaman kasabanın eşrafının ve âlimlerinin de katıldığı sohbetlerden istifade ederek kendisini yetiştirmeye çalıştı.

Genç yaşta evlenerek hanedan içinde aile reisi mesuliyeti taşımaya başladı. 1913 yılında doğan oğlu Selâhaddin’i de ataları gibi muttaki ve müteşebbis bir insan olarak yetiştirdi.

Aile büyüklerinin telkinlerinin ve çevresindeki fazilet sahibi, hâl ehli insanların tavsiyelerinin tesiriyle küçük yaştan itibaren, cemiyette temayüz etmiş büyük insanları merak etmeye başladı.

“Risâle-i Nur tercümanı ve müellifi ve sahibi bulunan zât, bin üç yüz yirmi dört ve yirmi beş Rumî senelerinde İstanbul’da iştiharla Bediüzzaman nâmı ve lâkabı altında matbuâtın sitâyişle neşriyatından mütehassis olarak o zaman on yedi yaşında bulunduğum ve çok cahil ve çocukluk devresinde iken bu mübarek isim kalbimde yer tutmuş. Bu kalbî muhabbet hürmeti için olacak ki bin üç yüz yirmi altı senesinde Hazret-i Üstadın, Bediüzzaman Said-i Kürdi lâkabı altında, Karadeniz seyahatinde iki hizmetkârı ile İnebolu’yu ziyaret ederek o zaman İnebolu’nun meşhur ulemasından Hacı Ziya ve diğer ulema arasında vapura teşyî edildiği sırada tesadüfen çarşıda karşıladığım ve çok derin muhabbet hissiyle bu mübarek zâta selâm durarak mütebessim ve nuranî simalarıyla ve keskin nazarlarıyla selâmlarına ve mânevî nazarlarıyla iltifatlarına mazhar olduğum günden beri artan muhabbet ve alâkamı, otuz senelik hatırımdan katiyen silinmediğini aynelyakîn görüyordum.”

Kendisinin bu sözlerle de ifade ettiği gibi taşıdığı merak hissi sayesinde İstanbul’dan Şarka giderken İnebolu’ya uğrayan Bediüzzaman’ı görmeye çalışanların arasına o da katılmıştı.

Misafirin rahatsız olmasını istemeyen Ziya Efendi, ‘çekilin, ayıptır’ diyerek kalabalığı dağıtmaya çalışmıştı. Oradaki hocalardan biri ‘Bırakın baksınlar. Bu zât bakılacak bir zâttır” diyerek müdahale edince o da herkes gibi gezisi boyunca Bediüzzaman’a eşlik etmişti.

Sonraki yıllarda onun adını sık sık duymuş; Isparta’ya sürülmesini, din ve iman telkin etmesi üzerine halkın fazla alâka göstermesinden ürken ehl-i dünya tarafından tevkif edildiğini gazetelerden okumuşsa da daha sonra bir daha haber alamamıştı.

Gençlik yıllarında, resmen yapılan tahribatın da tesiriyle ruhunda doğan mânevî boşluğu ancak bir mürşidin irşadı ile doldurabileceğini hissettiği için hep öyle bir insana intisap etmek istemişti.

“Yâ Rab, bana bir mürşid-i kâmil ihsan buyur” diye duâ etmişti sık sık.

O günlerde kahvede sarhoş bir şahsın, Kastamonu’ya sürgün olarak getirilen âlimden sitayişle bahsetmesi üzerine, onun kim olduğunu merak ederek araştırmaya başladı.

Kastamonu’da askerlik yapan oğlu Selâhaddin, terhis olup İnebolu’ya geldiğinde babasına, Bediüzzaman isimli bir âlimin geldiğini, herkesin ziyaret etmek istediğini fakat polisler çok sıkı takip ettiklerinden kendisi yüzünden insanların zarar görmemesi için kimse ile görüşmediğini anlatınca sarhoşun bahsettiği âlimin, o zât olduğunu anladı.

O zaman, otuz sene önce yaşadığı ve hafızasına silinmez hatlarla kazıdığı hatıraları hareketlendi. Her tehlikeyi göze alarak ziyaretine gitti. ‘Kemâl-i aşk ve ihlâsla ellerine sarıldı.’ Bediüzzaman, kendisini yıllar önce gördüğünde talebeliğe kabul ettiğini söyleyince aradığı mürşidi bulduğunu hissederek ona gönül bağlarıyla bağlandı.

Vuslat faslının hediyesi, Dördüncü Şuâ olarak da bilinen Âyet-i Hasbiye Risâlesi oldu. Kitabı alıp İnebolu’ya gelen Ahmed Nazif, aile fertlerinin de yardımı ile birkaç gecede çoğalttı ve tashih edilmesi için oğlu ile Kastamonu’ya gönderdi.

Selâhaddin, Nur talebelerinin yardımı ile Said Nursî’nin evine gitti. Onun evde olmadığını, Karadağ taraflarına gittiğini öğrenince tek başına oraya gitti ve onu küçük bir tepenin zirvesinde namaz kılarken buldu.

“Sen hoş geldin kardeşim.”

Bediüzzaman, hazin bir sesle insanlığın ve İslâm âleminin saadeti, selâmeti, huzuru için duâ ettikten sonra onu bu hoşamedi ile karşıladı. Ona aynı şekilde mukabele eden Selâhaddin’in uzattığı risâleyi aldı, yarım saat kadar dikkatle okuyarak tashih etti.

“Sen de yazı biliyor musun?” diye sordu tashihi bitirince.

“Biliyorum efendim” dedi o da.

Onun yazısını merak eden Hoca Efendi, kalem kâğıt vererek bir cümle yazmasını istedi. Selâhaddin’in yazdığı kâğıdı alıp yazısına baktı ve hattının güzel olduğunu ifade etti.

“Bir risâle de sana vereceğim, yazar mısın?”

“Yazarım efendim.”

Bediüzzaman ses tonundan, onun risâle yazmayı çok istediğini hissedince memnun oldu. Ona yazması için Küçük Sözler’i verdi. Babası Nazif’e de On Birinci ve On İkinci Sözleri göndererek istinsah etmesini istedi.

O günden sonra İnebolu’da yüzlerce parmak senelerce ‘matbaa tesisi gibi işleyerek’ risâle yazdı. Çoğaltılan her eseri Recep Dilek, Ahmed Köroğlu, Değirmencioğlu gibi Nur postacıları Kastamonu’ya götürüp müellifine tashih ettirdiler.

Bilhassa Hatip Mehmed’in, İhtiyarlar Risâlesi’ni yazarken hastalanmasına rağmen yazmayı bırakmaması ve Tevhid ifadesi olan ‘Lâilâhe İllallah’ kelimesini yazdıktan sonra ruhunu teslim etmesi herkesi hayrete düşürdü.

O hadiseyi, ‘Risâle-i Nur talebelerinin imanla kabre gireceklerinin’ işareti olarak gördüler ve şevkle yazmaya devam ettiler. Böylece İnebolu da, Nur’un hızla intişar ettiği bir hizmet merkezi hâline gelerek ‘küçük Isparta’ sıfatını aldı.

Ahmed Nazif, şartların çok ağır olduğu zamanlarda bile risâleleri yazmayı, okumayı, yaymayı ve Üstadının ziyaretine gitmeyi ihmal etmedi. Bediüzzaman da onu ‘Risâle-i Nur’un İnebolu kahramanı’ diyerek taltif etti.

Kahraman dendiği zaman insanların zihninde hep vurma, kırma, dövme, öldürme, yakıp yıkma hadiseleri canlanırdı. Üstadından müsbet hareket etme dersi alan Nazif Çelebi de kendisi incindiği hâlde kimseyi rencide etmeden insanların imanlarını kurtarmaya çalışarak âdeta “İnsan ortalığı kırıp geçirmeden de kahraman olabilir” diyen Boileau’yu teyit etti.

Gerçi onun kahraman olmak gibi bir hevesi ve beklentisi yoktu. Hizmetlerini öyle bir maksatla yapmadığı ve fıtratının icaplarını yerine getirecek şekilde hareket ettikleri için, o iltifata mazhar olduktan sonra da aynı cesaretle, metanetle ve şevkle çalışmalarına devam etti.

Bu arada Selâhaddin Çelebi de büyüdü ve tam bir Nur talebesi oldu. Risâle-i Nur’u yaymayı hayatının gayesi hâline getirdiğinden gittiği her yere götürdü, gördüğü herkese anlattı.

Bunu yaparken insanların dinlerine, dillerine, ırklarına bakmadı. Sinop’taki NATO üssünde çalışan bazı Amerikan askerlerinden, vazife yaptığı Gümrük Muhafaza Teşkilâtı elemanlarına varıncaya kadar muhatap olduğu herkese makul bir yolunu bulup risâle verdi.

Hatta, kurs görmek için Kars’tan Ankara’ya geldiğinde, ihbar üzerine oteldeki odasını arayan polisler ve askerler Risâle-i Nurları bulamayınca onlara risâleleri koyduğu yeri bizzat kendisi gösterdi.

Sorgulanmak maksadıyla Birinci Şubeye getirildiğinde, Kastamonu’dan Isparta’ya götürülürken valiliğe çağırılıp zorla şapka giydirilmek istenen Üstadını görünce hemen ellerine sarıldı.

Bediüzzaman müdüre, “Bunlar bu vatanın fedakâr, imanlı evlâtlarıdır. Emniyeti ve asayişi ihlâl etmezler, muhafaza ederler” dedi. Onun, kendisini dinlemesine rağmen tavrını değiştirmediğini görünce talebesine döndü.

“Selâhaddin korkma!..” dedi birkaç sefer.

O hitabı duyduğu anda, içindeki bütün korkuların, endişelerin dağıldığını hisseden Selâhaddin, bizzat vali Nevzat Tandoğan tarafından sorgulandığı hâlde, ona, büyük bir İslâm âlimi olan Said Nursî’yi defalarca ziyaret ettiğini, eserlerini okuduğunu ve okuyacağını söylerken dili bile sürçmedi.

Ankara’da günlerce işkence edildikten sonra İnebolu’ya götürülürken de, kendisini Risâle-i Nur’dan soğutmaya çalışan savcıya ‘ekmeksiz, susuz yaşanamayacağını’ söylerken de, ‘cezaevinde ekmekle, suyla yaşa’ diyen savcı tarafından tutuklanıp cezaevine gönderilirken de en ufak bir korku, endişe ve tereddüt hissetmedi.

İnebolu Hapishanesi’nin küçük bir koğuşunda, aralarında babası Ahmed Nazif’in de bulunduğu on beş kadar Nur talebesi ile birlikte kaldı. Ramazan olduğu için oruç tutarak, hatim indirerek, cemaatle namaz kılarak ve risâle okuyup zikirle, evradla meşgul olarak vakit geçirdiler.

Ramazanın sonlarına doğru Denizli’ye sevk emri gelince vapurla İstanbul üzerinden İzmir’e nakledildiler. Oradan da trenle Denizli’ye götürüldüler ve onları karşılayan halkın, “Sizin başınızda öyle bir Hoca Efendi var ki, sorgu hakimi sual sormadan o sorularına cevap verdi. Sizin suçunuz yok, İnşallah beraet edeceksiniz” temennileri arasında yeni yapılan hapishânenin küçük ve rutubetli bir koğuşunahapsedildiler.

Fizikî şartları çok ağır olan hapishanede mahkûmlar meraklı, savcı ve müdür merhametsiz, jandarmalar haşin, gardiyanlar gaddardı. Onlara daha geldikleri anda eziyet etmeye başladılar, ama maznunlar müsterihti.
Çünkü, Üstadları Said Nursî de oradaydı.
 
Yeni Asya

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.