Şahin DOĞAN
Çok kitap okuma, bir kitabı çok oku!
“İnsanlar ikiye ayrılır: biri yazanlar diğeri okuyanlar, ben ise yazanlar tarafındayım” der Oscar Wilde, bir hanımefendinin sorusuna verdiği yanıtta. Okumak, yazmak kadar sancılı değil. Bir paragrafı kusursuzca ve pürüzsüzce yazmak birkaç kitap okumaktan daha zor, daha yorucu. Yalnızca okuyan hiçbir şeyin diyetini ödemekle yükümlü değil fakat yazan her kelimenin anlam çağrışımlarının hakkını vermek zorunda. Cümle, zaman içinde yazardan bağımsız bir hüviyet kazanarak kendi başına bir asalet, bir şevket sembolü olmak istidadı taşır. İncir ağacı olmayı bekleyen minicik çekirdek gibi. Okuyan kişi anlamın cümbüşlü deryasında keyifli bir yolculuğa çıkar, gördüğü her kelimeyi, cümleyi ve beldeyi mütebessim bir edayla sadece seyreder. En büyük haz kaynağı farklılıklardır. Ne kadar çok kitap o kadar çok haz ve sevinç.
Kitap dünyasında bir turist gibi dolaşmak varlık sancısıyla beyni zonklayan ve bir meselesi olan kumaşların vasfı değildir. “Çok kitap okumak değil bir kitabı çok okumak” önemlidir onlar için. Dostoyevski Sibirya sürgününde tam dört yıl içinde İncil dışında hiçbir kitap okumaz fakat dünya edebiyatında şaheser kabul edilen “Ölüler Evinden Anılar” isimli kitaba yine o yıllarda imza atar. Lenin’in, Das Kapital’i yüzlerce defa okuduğu, büyük alim İbn-i Teymiyye’nin hapiste yüzlerce kez Kuran’ı hatmettiği ve aynı yıllarda onlarca eser telif ettiği rivayet edilir. Bir Fransız atasözü “tek kitaplı insanlardan korkulur” der. Deha mekan istemez her çağda ve coğrafyada ifşa eder kendini. Dahiler yazar vasat zekalılar okur ve varsa nasibi aydınlanır.
Don Kişot’un en çekici tarafı reel olanı sanal olanın perspektifinden seyretmesi, öylece yorumlamaya çalışması. “Hayat sanatı taklit eder” ilkesine gönülden bağlı Dorian Giray gibi. Aşırı şövalye romanları okuyarak gerçek hayattan kopmuş bir zavallı. Kitaplar kıydı canına ve son durak cinnet oldu onun için. Salaman, Absal’ın yardımlarıyla düşündü, tefekkür etti en nihayetinde buldu mutlak hakikati. Gerçi hikaye İbn-i Tüfeyl’in felsefi görüşlerini kanıtlamaya çalışan bir mecaz, bir istiare. FeridüddiniAttar’ın Simurg’u gibi. Ne ki her mecaz rahminde bir hakikat taşımaz mı?
Peygamberlerin nübüvvet [peygamberlik] öncesi herhangi bir entelektüel faaliyet içerisinde bulunmaması ve çoğunun okuma/yazma bilmeyen birer “ümmi” veya çoban olması gerçekten çok düşündürücü ve hayret verici bir durum. Siz hiç günlük tutan ya da hatıralarını ve ferdi tahassüslerini kaleme alan bir peygamber ismi duydunuz mu? Bırakın peygamberi, peygamber varisi bir alim ismi duydunuz mu? Mutlak hakikate agah olan, kuşkular yumağı olan sanata tenezzül etmez artık.
“Kitabın kerameti var” der eskiler, düşünceyi muhafaza etmesi ve sonraki kuşaklara taşıması açısından belki de. Fakat hangi kitap bakir ki? Kuran-ı Kerim dışında bekaretini koruyabilmiş tek kitap yok galiba. Her kuşak, seleflerinden devraldığı kitaba kendi ruhunu veya ruhsuzluğunu ilave ederek taşırlar haleflerine onu. Dünya klasikleri deniliyor, hangi dünya, hangi klasik? Kime göre klasik? Bunun ölçüsünü kim belirliyor? Dünya Klasikleri serisi içinde Mevlana yok, Yunus yok, Sadi yok, Mısri yok kısacası bize ait hiçbir sima yok. Yoksa biz bu dünyanın sakinleri değil miyiz? Nurettin Topçu merhumun naif bir şekil de ifadelendirdiği gibi “İsyan Ahlakı” esprisi içerisinde bu kasıtlı hamakata karşı durmak en masum hakkımız olmalı değil mi?
Urfalı Sanat Tarihçisi Suut Kemal Yetkin “bizim sanatımız” derken “bizim” sözcüğünden anladığı şey laik ve seküler bir avuç azınlığın romantik serzenişleri. Aynı vahim hatayı “Aşk-ı Memnu” ve “Aziz İstanbul” yazarında da görüyoruz. Acı olan şey, yabacıların bizim için diktikleri elbiseler değil bizimkilerin birer “deli gömleği” olan bu elbiseyi tereddütsüzce giymeleri. Tanzimat, Islahat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet bu trajikomik halin anlamlı bir serencamı.
Biz de şifahi [sözlü] gelenek var, yazılı gelenek sonradan ithal edilmiş bir şey. Günlük, hatıra, roman, hikaye, piyes gibi edebi ürünler Tanzimat’la birlikte kültür hayatımıza girmiş olan “ucube”ler. Yani okuma faaliyetinin irfani geleneğimizdeki anlamı sadece metin okuması değil nesneleri okuma, varlığı okuma, insanı okuma, kainatı okumadır. Ortada henüz yazılı metne dökülmüş bir kitap yokken Kuran’ın ilk emrinin “oku!” olması ne kadar manidar! Hülasa, biz okumayan bir toplum değiliz -tam tersine- çok okuyan bir toplumuz ama yeterince reklamını yapmayan ve yapma ihtiyacı bile duymayan tasannusuz bir toplum.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.