Mustafa ÖZCAN
Felsefenin akli kazaları
18 Ekim 2015 tarihli el Hayat gazetesinde Halit Dehil’in ‘Din ve Felsefe…İbni Rüşd ve Russel’ başlıklı yazısını okurken İbni Rüşd nokta-i nazarından felsefenin dindeki yerine dair değerlendirmeler görüyorsunuz. İbni Rüşd bilindiği gibi felsefeye meyyal bir Maliki fakihidir. Kimilerine göre çağlar boyu fikri kimilerine göre ise siyasi büyük muzdarip ve çilekeşlerden birisidir. Çilekeş olması fikrinin veya değerlendirmelerinin isabetli olduğunu göstermez. Felsefeye açılarak kelamcılardan ayrılmış ve özellikle de Gazali’ye ve onun felsefecilere cephe almasına itiraz etmiş ve bunu Tuhafut et Tehafut (Tutarsızlığın Tutarsızlığı) kitabıyla kayda geçirmiştir. Asırlar sonra da mesele canlılığını korumaktadır. İngiliz filozof Russel için İbni Rüşd Müslümanlar için sonun başlangıcı Batı için ise başlangıç noktasıdır. Bununla birlikte tarihi vetire içinde Gazali, Müslümanların mutlak felsefe olmasa bile dinin alanına müdahale eden felsefeye karşı bir mukabeledir, reddiye çığırıdır. Bu nedenle Gazali’nin duruşu bir zirve noktasıdır. Batılılar Gazali’yi Mekasid el felasife kitabı üzerinden tanımış ve filozof sanmışlardır. Gazali genellikle felsefeye eleştiriyi filozoflar üzerinden yapmıştır. Bu felsefeye değil de felsefenin ürünlerine ve özellikle dinle aynı alanı paylaşan ve çatışan tarafına bir reddiyedir. Zira felsefe vahyin alanına yol bulamaz. Burada teslim olmak ve iman etmek zorundadır. Marifetullah ve gaybiyat alanında vahyin, dinin sadareti vardır.
*
Gazali ile İbni Rüşd arasındaki fark ve çakışma aslında nokta-i nazar meselesidir. Bakış açısı farkından kaynaklanmaktadır. İbni Rüşd felsefeye getirilen eleştiri ve alan daraltmasını tefekkür ve fikrin hür kulelerine bir saldırı olarak mütalaa etmektedir. İlişme ve sataşma olarak görmektedir. Burada İbni Rüşd felsefeyi sistematik bir tefekkür kapsamında görmektedir. Bu nedenle de tefekkürü ve dolayısıyla felsefeyle iştigali ve talimini bir dini vecibe ve zorunluluk olarak saymaktadır. İşte burada ince bir nükte var. Kavram kargaşası var. Tefekkür felsefe ise de her felsefe tefekkür müdür? Arada Umum ve husus ayrılıklar var. Bu bize çağdaş bir kitabın başlığını hatırlatmaktadır. Abbas Mahmut Akkad, ‘Tefekkür İslami Bir Farizadır’ kitabını kaleme almıştır ve tefekkür ve tezekkürü fikri bir ibadet ve vecibe saymaktadır. Yerindedir. İbni Rüşd felsefi düşünceye mütekellimlerin nazara verdiği değeri ve ehemmiyeti vermektedir. Kul aklıyla mevcudata ve mahlukata bakacak, nazar kılacak ve buradan ibret dersleri devşirecektir. Bu nedenle de felsefi nazar ona göre dini bir vaciptir. Zira felsefi düşünce mahlukata nazar üzerinden esere o da bizzarure yani zorunlu olarak müessire götürür. Öyleyse müessire götüren nazar veya imali fikir dini bir görev olarak taayyün eder.
İşte burada din ile felsefe ile ilim arasındaki sınırların tayin edilmesi ve ilişkilerinin belirlenmesi gerekir. Din ile felsefenin kaynağı farklıdır. Aklın iman etmesiyle çatallaşma kaybolur. Sınırlar geçirgen hale gelir. Bazı filozoflar bunun hilafına nübüvvetin kesbi olduğuna inanarak felsefe ile dinin alanını kaynaştırmak istemişlerdir. Halbuki, peygamberlerin filozof filozofların peygamber olmadıklarını eserlerinden anlıyoruz. İmal-i fikir veya tezkiye veya riyazat yoluyla, üzerinden kesben peygamberliği yol bulmak kabil değildir. Dinin kaynağı vahiy felsefenin kaynağı ise akıldır. Bilimin kaynağı ise akıl ile deneyim buluşması ve kaynaşmasıdır. İnteraktif yolla elde edilen bulgulardır. İlme hem vahiy hem de akıl ve deney yoluyla ulaşmak mümkündür. Bazı peygamberlerin zanaat alanında pir olduklarını biliyoruz. Kaynak olarak din ile felsefe birbirinden ayrı olduğu gibi alan itibarıyla da farklıdır. Dinin kaynağı vahiy olduğu gibi alanı da marifetullah, gaybiyat ve ahirete iman ve onun ötesinde ahlak ve hukuktur.
*
Felsefe ise kıt araçlarıyla bu alana girdiğinde fillerin zücaciye dükkanına girmesi gibi etki gösterir. Kıt araçlarıyla marifetullaha eremeyeceği gibi aynı zamanda ahiretle ilgili kıyaslamaları da isabetsiz kalmaya mahkumdur. Bu nedenle de Hazreti Peygamber tefekkür alanı olarak Allah’ın mahlukatını düşünmemizi tavsiye ediyor ama zatullahı düşünmekten menediyor. Felsefe ise böyle bir sınırlamaya inanmıyor. Sıkıntı ise bu iki alanın birbirine -iman ve takdir ilişkisi dışında- müdahalesinden ve birisinin ötekisine tecavüz etmesinden kaynaklanıyor. Bu iki yönlü de olabilmektedir. Batı’da Engizisyon Mahkemeleri sırasında olduğu gibi Kilise akla zincir vurmak ve hacr getirmek istemiştir. Böylece Kilise özgürlük ve aklın alanını kuruturken bilmeden kendi alanını da kurutmuştur. Zamanla sünnetullaha zıt düşen Kilise mağlup olmuş bu defa kefenin öbür tarafı baskın çıkmıştır. Bu defa da akıl dine hükmederek dinin alanını ve manevi alanı kurutmuştur. Bugün insanlığın yaşamış olduğu felaketin nedeni de aklın ve felsefenin dinin alanını kapatmasıdır. Darwinizm ya da evrim ve tekamül gibi ilmi olmayan bilimsel algılar da felsefeye yardıma gelmiştir. Bu suretle akıl ve bilim yaratılışın ya da genel olarak dinin dışında aykırı bir yol tutturmuştur.
Filozofların dinin alanına girmeleri hadlerini bilmezliklerindendir. Aynen durumları Ziya Paşa’nın ifade ettiği gibidir:
İdrak-i maali bu küçük akla gerekmez. Zira bu terazi bu kadar sikleti çekmez!
Filozoflar ummanı at nalı büyüklüğündeki bir su çukuruna hapsetmek istemişlerdir. Felsefe tasavvur eder ve ona göre cevap verir veya arar. Din imana, felsefe sistematik tefekküre ilim ise bulguya dayanır. Bunu elde etmenin yolu hem akılla hem de vahiyle olabilir. Filozofların tökezledikleri temel meselelerden birisi bunu anlamamalarıdır. Şahidi gaibe kıyas etmeleridir. Bunun sonucu yanlışa kapılmalarıdır. İlk adım yanlış olunca son adım da yanlış olacaktır. Gömleğin bir düğmesini yanlış iliklediğinizde diğerleri de yanlış dizinde yerlerini alacaklardır. Bu anlamda usulcülerin ifadesiyle bir şey hakkında hükme varmak o şey hakkındaki tasavvura dayanır. Tasavvur yanlış olunca hüküm de yanlış olur. Tıpta da öyledir. Teşhis yanlış olunca tedavi de yanlış olur. Hukukta da buna adli kazalar denmektedir. Felsefe de akli kazalar yapmıştır. Bu akli kazaların en tehlikelisi din alnında olanıdır. İmam Gazali de akıl kazalarına karşı çıkmıştır. Bunun mukabilinde zayıf rivayetlerden oluşan nakil kazaları da yok değildir. İşte burada muhakeme ihtiyacı belirmekte ve imtihan devreye girmektedir.
Gazali sanıldığı gibi tefekküre ve kendi alanında felsefenin sadaretine karşı değildir. Aksine o yetersiz araçlarla felsefenin vahyin alanını kapatmasına karşı çıkmıştır. Gazali akıl ile vahiy arasında teratibe ve hiyerarşiye inanırken İbni Rüşd akıl ve vahiy alanına bin nevi bağımsızlık atfetmiştir. Böylece Batı’daki laiklik sürecine bilmeden köprü olmuştur. Akıl vahiy olmadan marifetullaha yol bulamaz. Bu anlamda en büyük filozoflar dahi bir avamın ulaştığı iman seviyesine ulaşamazlar. Zira tuttukları yol marifetullah köprüsüne götürmez. Bilginin toplanma merkezi zihindir. Zihin ne kadar bilirse bilsin insanı imana götürmez zira ikna merkezi değildir. Vicdanın zorlaması ve gönlün izanı, adaleti ve teslimiyeti insanı imana götürebilir. İman teslimiyet olduğundan mahalli kalptir. Zihin muhakeme ve sorgulama, kurgulama yeri olduğundan mekanik bir alandır. İman mahalli değildir. Bu nedenle de inkar ve imanın mahalli kalptir. İşte burada insanın vicdanı ve hakkaniyeti tecelli eder. Belki zihin sağlama aracı olabilir ama bu doğrulardan ziyade yanlışların sağlamasını yapar ve muhakeme eder.
İbni Rüşd’ün yanlışı akıl ve nakli iki muvazi hat veya mustakil birer yol olarak görmesidir. Akıl ve felsefe yolunu bağımsız ve aşkın görmesidir. Halbuki, sınırlı bir alanda aklın sadareti ve önceliği vardır. Din alnında vahye tabi ve bağımlıdır. Malzeme temin edemez belki sınırlı bir biçimde malzemeleri işler. Bu anlamda vazgeçilmezdir. Hukuk alanında kıyas akla açılan bir alandır. İtikat alanında da sınırlı, sorumlu tevil böyledir.
Gazali muhakeme aracı olarak mantığı İslami ilimlerin içine alırken İbni Rüşd de felsefe için bunu yapmıştır. Mantık karşıtları bununla ilgili Gazali’yi paylamış ve hesaba çekmişlerdir. Bunu makabil felsefeyi dini kalıba döken İbni Rüşd de aynı tepkiyi Gazali ekolünden görmüştür.
İbni Rüşdcülük gerçeğinden ziyade algısı üzerinden Batı’nın sapmasına neden olmuştur ve kalkış noktası olarak İbni Rüşd’ü temel alan felsefi çığırın vahiyle bütün bağları kesilmiştir. Laiklik ve din arasındaki ikilem İbni Rüşd’ün felsefe ile dini eşit mütalaa etmesinden kaynaklanmış ve zamanla Batı’da bu yerleşik bir hal almıştır. Zeytinyağı ile su gibi birbirine karışmayan bir sürece dönüşmüştür. Bunda Kilise kadar İbni Rüşd’ün ve onu takip eden Batılı düşünürlerin de payı ve dolaylı bir rolü vardır. Elbette Batı’da genel trendin dışında iman etmiş sınırlı özel bir felsefi alan da vardır. İbni Rüşd’ün yöntemiyle alakalı olarak şunu söylemek mümkündür: Nazar gibi İslami gerekçelerle yola çıkarak gayri İslami bir fezaya ulaşmıştır. En azından başlattığı küreselleşen çığır için böyle söylemek mümkündür.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.