Habibi Nacar YILMAZ
Her Gün İnsan Kalabilmek Zor
Üniversite yıllarında, bizim bölümde ruh sağlığı diye bir ders vardı. Bu derse de İbrahim adında (soyadını hatırlamıyorum.) bir hoca giriyordu. Mevzuyu nasıl getirdiyse, ruh yoktur, diyerek ruhu inkar etti. Ruh sağlığı dersinde, dersin hocasının ruhu inkâr ettiğini düşünün. "Hocam bu canlılığı, hatta ruhun sağlığı diye anlattıklarını, bu bilgileri nereye koyup nasıl izah edeceğiz?" sualimize de "Ruh, bizim atomların harekâtıdır, titreşimidir ki biz bu harekâta ruh diyoruz." diye cevap verdi. Doğrusu, o anda bir şey diyememiştik. Ama bu cevaba nasıl mukabele edebiliriz, diye de düşünmeye başlamıştık. O dönem Hekimoğlu İsmail'in "İlimler ve Yorumlar" kitabı da yeni çıkmıştı ve hemen elde etmiştik. Bu izaha bir cevap olur diye, atom ile ilgili yerleri incelerken, karşıma "Ruh gerçekten atomların bir harekâtı mıdır?" sualinin cevabı da çıkıvermişti.
Bu suale cevap olabilecek:"Odunun, demirin, basit bir taşın atomları da hareketlidir ama onlarda bir canlılık ve canlılığın cevheri sayılan ruh aramayız." cümlesi dikkatimi çekmişti. Hemen ertesi gün, mezkûr hocamızı bulmuş ve ona "Hocam, hareketsiz bir atom yoktur. Hâliyle bütün maddenin atomları hareket halindedir. Ama hepsi canlı değildir, canlılık ayrı bir cevhere işarettir,o da ruhtur."demiştik.Bu izah karşısında biraz düşünen İbrahim Hoca, bu izaha ses çıkaramamış ve sessizce biraz da tebessümle bize savuşturmuştu.
Gerçekten bu tip, yaşadığım, okuduğum veya dinlediğim bazı şeyler, bu fâkiri nurları daha dikkatli okumaya, tefekküre ve Kur'an'da daha da derinleşmeye vesile oluyor.
Her geçen gün iyiye giden, terbiye olan, ilim ve fikirle beslenerek mükemmele yaklaşan, herhalde harekât halindeki zerrelerimiz değil. En esaslı yönümüz ve kimliğimiz olan ve bizi temsil eden ruh cephemizdir. Bu, öyle bir kimlik ki sekizinde de sekseninde de değişir, gelişir fakat asliyetini, hakiki hüvviyetini kaybetmez; dağılmaz, bozulmaz. Her an değişen zerreleri bir arada ve ayakta tutmasına rağmen, asliyetini ve birliğini kaybetmez.Bu hüvviyetteki ve canlılığın kaynağı olan ruhu, basit bir harekâttır,deyip geçebilir miyiz?
Mevzuya girmemize, geçenlerde denk geldiğim bir kısa diyalog ve okuduğum bir iki yazı vesile oldu.
Diyalogda Celâl Şengör beyni ve beynin kopyalanmasını anlatıyordu. Muhatabı da ona beynin ve vücut hareketlerinin kaynağının ruh olup olmadığını sorunca o da: "Ruh var mıdır, bilmiyorum. Yoktur herhalde." cevabını verdi. Elinde ne ilmî ne de tecrübî bir delil olmadan bol sıfır atmaları ile tanıdığım bir yazar da okuduğum bir yazısında"Kuşların 240 milyon sene önce dinozorlardan ayrılarak evrimleştiğini" iddia ettiği bir yazısında, hayatın cansız moleküllerin kimyasal evrimin sonucu meydana geldiğini de iddia ediyordu. Yazısının devamında da hitap ettiği kesimi müsterih olmaya çağırıyor; bu sıfırlı, aklına ziyan, gayr-i ciddi olduğu kadar, hiçbir ilmî ve bilimsel değeri ve yönü olmayan bilgilerle onları tatmin etmeye ve akılları susturmaya çalışıyordu.
Okuduğum başka bir ilmî görünümlü yazıda ise:"Şu kâinatın en ehemmiyetli gayesi, neticesi ve en parlak bir nuru, mükemmel meyvesi olan hayat" için, cansızların milyarlarca yıl boyunca karışıp ayrışarak sonunda hayatı ortaya çıkardığını ortaya atıyordu.
Bunları dinleyip okuyunca: "İnsan olabilmek, bizim elimizde değil; ama her gün insan kalabilmek bizim elimizde. Fakat zor bir şey." cümlesi zihnime düştü. Her gün insan kalabilmemizin zor olduğu günlerin en zirvede olduğu dönemde yaşıyoruz galiba.
Bir arkadaşımızın bir yazısında geçen "Cenab-ı Allah şu hikmet dünyasında, her şeyi sebeplerle sunduğundan, insanın imtihanı da orada başlıyor." cümlesini hatırlıyorum. Ruh beyin tezgahında idarecilik yapıyor ve bu âlemi göz penceresinden seyrediyor. Kokulara burun yoluyla, tatlara da dil aracılığıyla ulaşıyor. Ruh olmadan adeta kuru bir oduna dönerek biten ceset, ebed âleminde kavuşacağı ruhunu, bir daha asla kaybetmeyecek ve dünyada ektiklerini, iyi kötü semerelerini toplayacaktır.
İşte narı ağaçtan, balı da arıdan zanneden ve böylece sebeplere takılan aklın imtihanı da burada başlıyor. Ruh meselesinde de geçici ve ruhu bir müddetliğine misafir eden cesede takılıyor. Bu çabuk dağılan ve bozulan cesedi her şeyin kaynağı zannediyor.
Aslında cesedin ve maddî cihazların bir mananın emrinde çalıştıklarını; nereye bakmak istiyorsa, gözün oraya yöneldiğini; ayakların istikamet için, her an bir emir beklediğini, her an, bizzat yaşayarak görüyor ve tecrübe ediyoruz. Buradan, sebepsiz ve bizzat yaratılıp bize verilen ruhumuza ve "görünmediğinden çabuk unutturulabilen" ruhumuzun sahibi Rabbimize kolayca intikal edebilmek varken, maddede ve kabukta boğulan ve takılan akıl, kendini inkarla eş değer olarak ruhunu da Rabbini de inkâra kadar gidiyor. Ve böylece en zor olanı yapıyor.
Evet dostlar, üstad Fettah isminin tecellisini:"Basit bir maddeden ayrı ayrı, çeşit çeşit hadsiz muntazam suretlerin beraber, her tarafta, bir anda bir fiil ile açılmasıdır." cümlesiyle açıklıyor. Madde basit, fakat milyonlarca türün trilyonlarca efradı yaratılışlarından beri, birbirine benzemeyen şekil, ses ve renkte yaratılıyor.Hem de hiç şaşırmadan karıştırılmadan. Bunların ruhları da dağıtılırken şaşırma yok. Mesela bir arslana koyun ruhu, insana da maymun ruhu gönderilmiyor.Bu geniş ve ihatalı fiili akıl anlayamıyor. İşte inkârın bir sebebi de afakta dağılan aklın bu nihayetsizliği ve azameti anlayamamasıdır. Ama kâinat kitabının kıraati olan Kur'an, kâinatta sonsuz derecede müşahede ettiğimiz bu hakikati:"Yaratıp uygun şekil veren"; annelerinizin rahimlerinde size dilediği gibi suret veren O'dur." âyetleri gibi yüzlerce âyetiyle nazarları ruhun ve suretlerin sahibine çeviriyor. Biz de kulak ve aklımızı bu sese çevirdiğimiz oranda hakikate ulaşırız o zaman.
Selam ve dua ile.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.