Musa Kazım YILMAZ
Kur’an’ın Kültürü (4)
1) Kur’an’ın ön gördüğü kültürde her nefsin, hatta her canlının yaşama hakkı vardır. Bir insan, faydalanmak için bir hayvanı ancak Allah’ın emrettiği şekilde kesebilir. İnsanın yaşama hakkı ise hiçbir şekilde yok sayılamaz ve kısıtlanamaz. Bu hükmün kaynağı bir ayet-i kerimedir. Allah şöyle buyuruyor. (مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ أَوْ فَسَادٍ فِي الْأَرْضِ فَكَأَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَمِيعًا وَمَنْ أَحْيَاهَا فَكَأَنَّمَا أَحْيَا النَّاسَ جَمِيعًا) “Bir cana kıymaya veya yeryüzünde fesat çıkarmaya karşılık olması dışında, kim bir kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir can kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.”[1] Bu hüküm aynı zamanda Tevrat’ta da yer almıştır. Hükmün özeti şudur:
Evet, masum bir insanın hakkı bütün insanların hakkı kadar kutsaldır ve dokunulmazdır. Bir insanı öldürmek Allah’ın yanında o kadar büyük bir günahtır ki, bu günah bütün insanları öldürmekle eşdeğer tutulmuştur. Bediüzzaman verdiği bir örnekle Kur’an’ın bu hükmünü şöyle ifade eder: “Nasıl ki, sen bir gemide veya bir hanede bulunsan, seninle beraber dokuz masum ile bir cani var. O gemiyi gark ve o haneyi ihrak etmeye [yakmaya] çalışan bir adamın ne derece zulmettiğini bilirsin. Ve zalimliğini, semavata [göklere] işittirecek derecede bağıracaksın. Hatta bir tek masum, dokuz cani olsa, yine o gemi hiçbir kanun-u adaletle batırılmaz.”[2]
Diğer taraftan insanın hayatı hiçbir şey için araç yapılamaz. Çünkü insan araç değil, Allah’ın kulu olup cennete namzet bir halife-i arzdır. Ayrıca Allah, (وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَىٰ) “Hiçbir suçlu başkasının suçunu yüklenmez”[3] buyuruyor. Bu ayet hükmünce suçun şahsiliği çok önemli ve temel bir hukuk prensibidir. Buna göre hiçbir suçlunun yakını işlenen suçtan sorumlu tutulamaz.
Batı uygarlığında suçun şahsiliği prensibi varsa da kendilerinden olmayan insanların hayatı konusunda çok vahşidirler. Bir tek insan için birkaç ülkeyi tahrip edebilirler. Bakınız: Batılılar Irak lideri Saddam Hüseyin’e ve Libya lideri Muammer Kaddafî’ye boyun eğdiremedikleri için Irak’ta bir milyondan fazla, Libya’da da iki yüz binden fazla insan öldürüp her iki ülkeyi ekonomik yönden en az 50 yıl geriye götürdüler. Aynı şekilde Ruslar da Suriye lideri Beşşar Esad’ın hayatta kalması için 700 binden fazla insanın ölümüne sebep olup Suriye’yi viraneye çevirdiler.
2) İslâm dini yaşama hakkına değer verdiği için kanunları caydırıcıdır. Bu sebeple İslam şeriatı ve ahlakının uygulandığı yerlerde hırsızlık, gasp, zina ve cinayetler azalır. Çünkü İslamiyet adeta her insanın peşine bir polis takar. O polis de imandır. İman polisi kolay kolay o kişiye suç işletmez. Çünkü imanı olan bilir ki, her şeyi gören ve her şeyi bilen vardır. Yine bilir ki, ses alma cihazlarını yapanlarını yaratan bizim sesimizi de kaydetmektedir. Keza televizyonları ve bilgisayarları yapanları yaratan hepimizin hareketlerini bir bir tespit edip zamanı geldiğinde bize izlettirecektir.
Hem imanı olan anlar ki, “insan, ipi boğazına sarılıp, istediği yerde otlamak için başıboş bırakılmamıştır. Belki bütün amellerinin suretleri alınıp yazılır ve bütün fiillerinin neticeleri muhasebe için zapt edilir.”[4] Bir insan şeytana uyup bir hırsızlık yapar ya da cinayet işlerse alacağı ceza caydırıcı ve ibret-i âlem olur. Mesela, İslam’da adam öldürmenin cezası kısastır. Allah Kur’an’da (ولَكُمْ فِي الْقِصَاصِ حَيٰوةٌ يَٓا اُو۬لِي الْاَلْبَابِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ) “Kısasta sizin için hayat vardır, ey akıl sahipleri, umulur ki sakınırsınız”[5] buyuruyor. Kısasta, yani idamda nasıl hayat olabilir? Çünkü kısas caydırıcıdır ve sonuçları itibarıyla, kan davasının yol açacağı birçok insanı ölümden kurtarıp topluma hayat veriyor.
Keza hırsızlık cezası da caydırıcıdır. Allah (وَالسَّارِقُ وَالسَّارِقَةُ فَاقْطَعُوا أَيْدِيَهُما جَزاءً بِما كَسَبا نَكالاً مِنَ اللَّهِ) “Hırsızlık eden erkek ve hırsızlık eden kadının yaptıklarına karşılık bir ceza ve Allah’tan bir ibret olarak ellerini kesin”[6] buyuruyor. Ayette yer alan “Allah’tan bir ibret olarak” ifadesi, cezanın caydırıcılığına işarettir. El kesme cezasının uygulandığı S. Arabistan’a gittiğimizde hiçbir mal sahibinde hırsızlık endişesinin olmadığını görüyoruz. Yani cezanın caydırıcılığı sebebiyle hiçe kimse malının çalınacağından korkmadığı gibi, hiç kimse hırsızlık yapmayı da göze alamıyor. Onun için namaz vakitlerinde dükkânlar çoğu zaman açık bırakılıyor.
Bir de bugünkü Türkiye’mize bakalım: Adam hırsızlık yapıyor ve cürm-ü meşhut şeklinde yakalanıyor; polis onu savcıya teslim ediyor; hâkim hapse atıyor, fakat bir ay sonra salıveriliyor. Bu nasıl bir adalet anlayışı! Sonra bir de bakıyorsunuz ki, adamın biri bir cinayet işliyor ya da cinayete teşebbüs ediyor. Polis araştırıyor ve yakalanan adam şu şekilde haber oluyor: “Hırsızlıktan, gasptan, madde kullanmaktan ve tacizden 20’den fazla suç kaydı bulunan adam karısını öldürdü.”
Bu kadar cinsî sapık ve bol sabıkalı insanları toplumda barındırarak ne hırsızlık önlenir ne de kadın cinayetlerinin önüne geçilebilir. Her şeyden önce madem hırsızın elini kesmiyorsunuz, o halde ilk kez hırsızlık yapana en az 10 yıl indirimsiz hapis cezası vermelisiniz. İkinci defa hırsızlık yapanın cezası en az üç katına çıkarılmalıdır. Adam öldürmenin cezası zaten kısastır ve onda indirim de yapılamaz.
3) Kur’an’ın bize öğrettiği kültürde “benlik” yoktur. “Ben” demek hem günah hem ayıp kabul edilir. Bunun yerine “Biz” [Nahnu] kelimesi kullanılır. Ben, gurur ve kibrin alameti iken Nahnu, tevazu ve mahviyetin işaretidir. Çünkü büyüklük Allah’a mahsustur. Allah’ın nazarında gerçekten büyük olanlar halka hizmet edenlerdir. Memuriyet makamları büyüklenmeye vesile olacak bir ağalık, bir imtiyazlı makam değildir. Memuriyet halka hizmet etmenin adıdır.
Bediüzzaman enaniyet ve mahviyet konusunda, Müslümana yakışan duruşu, mecazî ve müthiş bir ifadeyle şöyle dile getirir: “Bahtiyar odur ki, Kevser-i Kur‘aniden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için, bir buz parçası nev’indeki şahsiyetini ve enaniyetini o havuz içine atıp eritendir.”[7] Burada benlik bir buz parçasına, tevazu ve mahviyet ise Kur’an’ın Kevser çeşmesinden süzülen bir havuza benzetilmiştir. Mütevazı adam buz parçası hükmündeki şahsiyetini o havuzun içine atıp eritir. Her halde benliğin bir buz parçasıyla, tevazu ve mahviyetin de Kur’an’dan süzülen bir havuzla ifade edilmesinden daha güzel bir ifade olamazdı. Onun için ben demek ve toplumda benlik taslamak şeytana mahsus bir davranış kabul edilmiştir.
Birisi çıkıp diyebilir ki, madem benlik bu kadar kötü bir haslettir, neden Allah tarafından insana verilmiştir?
Aslında benlik Allah’ı ve onun sıfatlarını tanımamız için bize verilen bir vahid-i kıyasi, bir ölçü birimi gibidir. Başka bir deyişle benlik, Allah’ı tanımamız ve sıfatlarını anlamamız için bir mukayese/karşılaştırma unsuru gibidir. İnsan mukayese yoluyla, “'Bu haneye malik olduğum gibi Allah da şu kâinatın malikidir”[8] der; böylece zahiri malikiyetiyle Allah’ın hakiki malikiyetini anlamaya başlar. Evet, mahlûkat içinde sadece insan, “Ben bunu yaptım, ben şunu yaptım, bu benim eserimdir” diyebilmektedir. İnsan bu özelliğiyle enaniyetini göstermeye değil, yaratıcının kâinatı nasıl yarattığını anlamaya çalışmalıdır.
Batı kültüründe ise “ben” ve “benlik” çok önemlidir. Bu yüzden insanlar bencildir. Sadece üstün sınıfın en iyi şekilde yaşama hakkı vardır. Normal insanlar ise onlara hizmet etmekle yükümlüdürler. 1960’lı yıllarda Avrupa ülkeleri ekonomilerini güçlendirmek için fabrikalarda çalıştırılmak üzere Türkiye’den on binlerce işçi talep ettiler. Türkler bir iş kapsıdır diyerek aileleriyle birlikte Almanya, Avusturya, Fransa, Hollanda, Belçika ve İsveç’e yerleştiler ve en zor işlerde çalıştırıldılar. Zamanla yaşadıkları ülkenin vatandaşlık hakkını elde edip birçoğu işçi iken işveren konumuna yükseldiler.
Fakat 50 yıl sonra Irkçı Avrupalılar, “Artık yabancıya ihtiyacımız yoktur” diyerek Türklerin işveren konumuna yükselişlerini kıskanıp Müslümanların varlığından rahatsız olmaya başladılar. Hatta yabancı düşmanlığı yapan siyasi partiler kurdular. Derken ırkçılar, hükümetlerden aldıkları cesaretle Türklerin evlerini yakıp onlarca insanın ölümüne sebep oldular.
Tarihe “Solingen Faciası” diye geçen ilk kundaklama 1993 yılında Almanya’nın Solingen kentinde yapıldı. Bu bir ilkti ve beş Türk’ün yanarak can vermesine yol açmıştı. Ama daha sonra yapılan kundaklamalarda çok sayıda Türk yanarak hayatını kaybetti. En son 25 Mart 2024’te Yine Solingend’de, içinde Türklerin bulunduğu bir ev kundaklandı ve üç Türk hayatını kaybetti. Maalesef Avrupa ülkelerinin hükûmetleri bilerek yabancı düşmanlığına bir çözüm getirmek istemiyorlar. Eğer isteseler yabancı düşmanlığı kanununu meclislerinden geçirebilirler.
(Devam Edecek)
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.