Hüseyin YILMAZ
Geylanî'nin, Bediüzzaman'a, "öldür!" dediği Mustafa Paşa!
Mustafa Paşa, İstanbul'dan döner dönmez, önce aldığı vazifenin ifası için kolları sıvayarak, büyük bir gayret ve disiplinle 48. ve 49. Hafif Süvari Alaylarını kurdu. Bu, yaklaşık olarak bin silahlı süvari demekti ki, Cizre ve havalisi için kahredici bir güçtü.
Gençlik yıllarını Musul zindanlarında geçiren, cinayetten her türlü haydutluğa kadar işlemediği suç bırakmayan Miranlı Mustafa, Kürtlerin ifadesiyle "Mısto", sırtını devlete dayayarak, bir ânda büyük bir güce hükmeder hale gelmişti.
Dördüncü Ordu Kumandanı Zeki Paşa ile de her nasılsa sıkı bir dostluk kurmaya muvaffak olmuş, aşağıdan devlete vaki olabilecek şikâyet ve ihbarlara karşı kendisini emniyete almıştı.
Esasen Sultan Abdulhamid'in bu alayları kurmaktan birinci maksadı, Rus ve Ermeni tehlikesine karşı bölgede hazır, silâhlı bir güce sahib olmak olsa da, bir başka maksadı da kendi aralarında mütemadiyen çatışıp duran, devleti uğraştıran Kürt aşiretlerini rabt ü zabt altına almak, devlete bağlanmalarını ve itaat etmelerini temin etmekti.
1892'de Cizre Kalesi'nin metrukatı içinde gösterişli bir kışla inşaatı başlatan Mustafa Paşa, Dicle üzerindeki sal ticareti ile köprüyü kullanan ticarî geçişleri kontrol altında tutmak, vergi almak için karakolunu Ban-ı Hani denen mevkide kurmuştu. Dicle'nin doğu kıyısındaki bu hafifçe yüksek ve düzlük yer, barınma imkânı veren eski hanı ile şehri gözetleme, nabzını tutma imkânı da verdiğinden Cizre'deki vaktinin çoğunu burada geçiriyordu.
1893'ün baharında, Mustafa Paşa ve âşireti, mutad üzere, Van Gölü'nün güney kıyılarındaki otlak ve yaylalara doğru harekete geçtiğinde iki yüz bin koyun ve keçi, bin kadar sığır, bir o kadar da cins at canlı ve müstevli bir sel gibi akmaya başlamıştı.
1888'de Bitlis'te geçişine izin vermek istemeyen vâli ile yaşadığı sıkıntıdan beri o güzergahı terketmiş, Cizre (Cızîr), Şırnak, Eruh, Pervari (Berwazi), Çatak (Şax) ve Gevaş (Vestan) istikametinde, daha kısa fakat daha zorlu bir güzergâhı kullanıyordu. Vâkıa bir ara bu yıl Bitlis istikametini kullanmayı aklından geçirmiş, fakat devlet ricaliyle erken bir tatsızlık yaşamamak için teşebbüs etmemiş, o kapının da birkaç yıl zarfında kendisine açılacağını bilmenin huzuruyla biraz daha sabretmeye karar vermişti.
Yeni güzergâhın topraklarından geçmesi sebebiyle ezelî rakib ve hasmı, Şırnak Âşiret Reisi Surzâde Mehmed Ağa ile daha çok çatışır hale gelmiş olmasına aldırmıyordu. Ağa'nın devlete kapılarını kapatması, Mustafa Paşa'nın işini kolaylaştırıyor; onun bölgesinde yaptığı yağma, gasb ve tecavüzler, işlediği cinayetler takibsiz kalıyordu. Yılda iki sefer, göç gidiş ve dönüşlerinde yaşanan çatışmalar vâka-yı adiyeden sayılıyordu. Oysa çok büyük zulümler yaşanıyor, birçok ocağa ateş düşüyor, insanların hayatı sönüyordu.
1893 yazında bölgedeki aşiretlere dönük zulümlerini arttıran Mustafa Paşa, yüz kadar köyü yağmalamış, otuz kişiyi katletmişti. En kötüsü de adamlarından Gül Mehmed ve oğullarının Hamid ve Sadun Ağaları katledip, üvey annesi, gelini ve kızlarına tecavüz edip namus ve şereflerini pay-i mal etmeleri olmuştu. Haydutluk ve zulümde sınır tanımayan Mustafa Paşa, bölgede kurduğu, neredeyse müstakil krallığıyla herkesin korkulu rüyası, büyük kâbusu ve yakın tehdidi olmuştu.
Keçan Aşireti Reisi Ciran, Curkan Reisi Arab, Musa Reşad Reisi İbrahim, Taban Reisi Hacı ve Batvan Reisi Mehmed tarafından devlete yapılan şikâyet de neticesiz kalmış, göstermelik bir tahkikattan öteye geçilmemiş, Mustafa Paşa'ya yine dokunulmamıştı.
Ruslara karşı ihtiyaç anında devreye girsinler diye kurulan Hamidiye Alaylarının bu en güçlü alayı, Ruslardan önce Kürtlerin baş belası olmuştu. İşin kötü ve acınacak tarafı ise bölge halkının Mustafa Paşa'ya karşı içine düştüğü çaresizlikti. Islah-ı nefs etmesinden ümidlerini kesmişlerdi, öldürme imkânına da sahib değillerdi. Eceliyle öleceği günü beklemek ve o günün erken gelmesi için dua etmekten başka, kimsenin elinden bir şey gelmiyordu. O kadar ki, kendilerini Mustafa Paşa'dan kurtarabilecek haricî bir düşmana bile kucak açabilecek vaziyete düşmüşlerdi.
Halk, bütün ümidlerini Allah'a bağlamış, o canibden gelebilecek bir imdadın yakın olmasını diliyordu. Kendi aralarında, zulüm abâd olmaz, diyorlardı ama ümidsizlikleri tedirgin gözlerinden, fısıltılı seslerinden, çökmüş omuzlarından akıyordu.
Ne şeyhlerin nefesi, ne ulemanın ummanlara sed olabilecek ilimleri bu eski haydudu durdurabiliyordu. Bir su-i kasda kurban gitmesini beklemek de beyhude idi, zirâ hem çok iyi korunuyordu hem de bu cesareti gösterecek kimse çıkmıyordu. Birilerinin bu zâlimin karşısına çıkıp, dur, demesi gerekiyordu fakat o kahraman bir türlü sahneye sıçramıyordu. Vesselâm, Mısto, Ruslardan önce kendi kavminin büyük belâsı olmuştu.
(Kutub Yıldızı II'den tarihe açılan bir pencere!)
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.