Mehmet EVREN
İnancın suç ve günah psikolojisindeki rolü (IV)
Bediüzzaman Hazretleri 1911’de Osmanlı devletinin dâhili ve ciddi sıkıntılar yaşadığı bir dönemde kaleme aldığı, Hutbe-i Şamiye isimli eserinde “İslam milletinin huzur ve saadetinin yalnız ve yalnız İslamın hakikatleriyle olabileceğini ve yine İslam Milletinin toplum hayatı ve dünya saadeti, İslam’ın getirdiği hüküm, kaide ve kurallarla olabileceğini” söyler. Aksi takdirde adalet mahvolur (yok olur). Emniyet zîr ü zeber (alt-üst) olur. Ahlâksızlık, pis hasletler (kötü huy, mizaç ve karakterler) galebe eder (baskın çıkar). İş yalancıların, dalkavukların elinde kalır” dedikten sonra; bu hakikati ispat eden binler delillerden küçük bir numuneyi, yaşanmış bir hikâyeyle dikkatlerimize arz eder:
“Bir zaman bir adam, bir sahrâda, bedevîler (çölde yaşayanlar) içinde ehl-i hakikat (hakikat ehli olan) bir zâtın evine misafir olur. Bakıyor ki, onlar mallarının muhafazasına ehemmiyet vermiyorlar. Hatta ev sahibi, evinin köşesinde paralarını oralarda açıkta bırakmış. Misafirhane sahibine dedi:
"Hırsızlıktan korkmuyor musunuz, malınızı böyle köşeye atmışsınız?"
Hane sahibi dedi: "Bizde hırsızlık olmaz." Misafir dedi:
"Biz paralarımızı kasalarımıza koyduğumuz ve kilitlediğimiz halde çok defalar hırsızlık oluyor."
Hane sahibi demiş: "Biz emr-i İlâhî (İlahi emir) namına ve adâlet-i şer'iye (şeriatın koyduğu adalet, kanun) hesabına hırsızın elini kesiyoruz."
Misafir dedi: "Öyleyse çoğunuzun bir eli olmamak lâzım gelir."
Hane sahibi dedi: "Ben elli yaşıma girdim, bütün ömrümde bir tek el kesildiğini gördüm."
Misafir taaccüp etti, (hayret ederek) dedi ki: "Memleketimizde hergün elli adamı hırsızlık ettikleri için hapse sokuyoruz. Sizin buradaki adaletinizin yüzde biri kadar tesiri olmuyor."
Hane sahibi dedi: "Siz büyük bir hakikatten ve acip ve kuvvetli bir sırdan gaflet etmişsiniz, terk etmişsiniz. Onun için adaletin hakikatini kaybediyorsunuz. Maslahat-ı beşeriye (insanlığın yararı) yerine adalet perdesi altında garazlar, zâlimâne ve tarafgirâne cereyanlar (taraf tutucu akım, fikir ve düşünceler) müdahale eder, hükümlerin tesirini kırar. O hakikatin sırrı budur:
"Bizde bir hırsız elini başkasının malına uzattığı dakikada hadd-i şer'înin icrasını tahattur eder (İslam hukukunun öngördüğü cezanın uygulanacağını hatırlar). Arş-ı İlâhîden nâzil olan (Yüce Allah tarafından indirilen) emir hatırına gelir. İmânın hassasıyla (iman duygusunun derhal devreye girmesiyle), kalbin kulağıyla, kelâm-ı ezelîden (Kur’andan) gelen ve hırsız elinin idamına hükmeden "Hırsız erkeğin ve hırsız kadının elini kesin." [1] âyetini hissedip işitir gibi iman ve itikadı heyecana ve hissiyat-ı ulviyesi (ulvi duyguları) harekete gelir. Ruhun etrafından, vicdanın derin yerlerinden, o sirkat meyelânına (hırsızlık eğilimine) hücum gibi bir hâlet-i ruhiye (bir ruh hali ve psikolojisi) hâsıl olur. Nefis ve hevesten gelen meyelân (eğilimler) parçalanır, çekilir. Git gide, o meyelân (o hırsızlık eğilim) bütün bütün kesilir. Çünkü yalnız vehim (korku) ve fikir değil, belki mânevî kuvveleri (akıl, kalb ve vicdan gibi duygular) birden o hisse, o hevese, hücum eder. Hadd-i şer'îyi tahattur (Kur’anın hükmünü hatırlatmak) ile ulvî zecr (azar, sakındırma) ve vicdanî bir yasakçı o hissin karşısına çıkar, susturur.
"Evet, iman, kalbde, kafada daimî bir mânevî yasakçı bıraktığından, fena meyelânlar (kötü eğilimler) histen, nefisten çıktıkça 'yasaktır' der, tard eder (kovar), kaçırır.
"Evet, insanın fiilleri kalbin, hissin temayülâtından (eğilimlerinden) çıkar. O temayülât (eğilimler), ruhun ihtisasatından ve ihtiyacatından (ruhun hissetmesinden ve ihtiyaç duymasından) gelir. Ruh ise, iman nuru ile harekete gelir. Hayır ise, yapar şer ise kendini çekmeye çalışır. Daha kör hisler onu yanlış yola sevk edip mağlûp etmez.”
"Elhasıl (sözün özü): Had ve ceza, (verilen hüküm ve ceza) emr-i İlâhî ve adalet-i Rabbaniye (Allahın emir ve adaleti) namına icra edildiği vakit, hem ruh, hem akıl, hem vicdan, hem insaniyetin mahiyetindeki lâtifeleri (hassas ve ince duygular) müteessir ve alâkadar olurlar. İşte bu mânâ içindir ki, elli senede bir ceza, sizin hergün müteaddit (birçok) hapsinizden ziyade bize fayda veriyor. Sizin adalet namı altındaki cezalarınız, yalnız vehminizi müteessir (korku duygunuzu rahatsız) eder. Çünkü biriniz hırsızlığa niyet ettiği vakit, millet, vatan maslahatı ve menfaati hesabına cezaya çarpılmak vehmi gelir. Yahut insanlar eğer bilseler ona fena nazarla bakarlar. Eğer aleyhinde tebeyyün (ortaya çıksa) etse, hükûmetin onu hapsetmek ihtimali hatırına geliyor. O vakit yalnız kuvve-i vâhimesi (korku duygusu) cüz'î bir teessür (azıcık bir rahatsızlık) hisseder. Hâlbuki nefis ve hissinden çıkan-hususan ihtiyacı da varsa- kuvvetli bir meyelân galebe eder (kuvvetli bir eğilim baskın gelir). Daha o fenalıktan vazgeçmek için o cezanız fayda vermiyor. Hem de emr-i İlâhî (İlahi bir emir)ile olmadığından, o cezalar da adalet değil. Abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi battal olur, bozulur. Demek, hakikî adalet ve tesirli ceza odur ki, Allah'ın emri namıyla olsun. Yoksa tesiri yüzden bire iner.
"İşte bu cüz'î sirkat (bu küçük hırsızlık) meselesine sair küllî ve şümullü ahkâm-ı İlâhiye (diğer kapsamlı ve geniş, ilahi hükümler) kıyas edilsin. Ta anlaşılsın ki, saadet-i beşeriye (insanlığın saadeti ve mutluluğu) dünyada adaletle olabilir. Adalet ise, doğrudan doğruya Kur'ân'ın gösterdiği yol ile olabilir. Eğer beşer çabuk aklını başına alıp adalet-i İlâhiye namına ve hakaik-i İslâmiye dairesinde mahkemeler açmazsa, maddî ve mânevî kıyametler başlarına kopacak, anarşilere, Ye'cüc ve Me'cüclere (ortalığı fitne ve anarşiye boğacak kavimlere) teslim-i silâh edecekler.”[2] diyerek kalbine geldiği şekilde, bir bilgi olarak hakikî dindar milletvekillerin görüş ve dikkatlerine sunmuş.
Cenab-ı Hak bizleri Kur’an’ın manevi reçeteleriyle amel eden kullarından eylesin.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.