Ahmet Nebil SOYER
Peygamberimizin (asm) annesi ve Adülmuttalib’in ölümü
Bir gün batımında Kurez Kervanı Yesrib’den geçerken annesi bir deveden gül goncası da babasından miras kalan dadısı Bereke ile başka bir deveden iniyordu. Rahmete saki olacak bir çocuğun, Mekke kadar olmasa da Yesrib’i sevmeye başlamasının ilk adımıydı bu. Nitekim birkaç zaman içinde Hazreçli akraba yaşıtlarıyla sıkı fıkı olmuş, yüzmeyi ilk olarak orada bir havuzda öğrenmiş, uçurtmalar uçurmuş büyük dayılarından babasına dair hatıralar dinlemişti. Babasının vefat ettiği yeri, sonra da defnedildiği bahçeyi ziyaret ettiklerinde Amine anne, babasının mezarı başında O’nunla uzun uzun konuştu. Hüzünlü bir gün batımıydı. Zaman uzayıp gitmişti ve ‘Gülüm’ kaderin ne olduğunu ilk orada öğrendi. O gün Amine’nin gözyaşları içinde “Babam sana hamile kaldığımı biliyordu oğulcuğum ve kervana katılırken tek umudunun dönüp seni görmek olduğunu söylemişti” demişti. Hiç unutmayacağım diyerek. Gülümü ağlarken gördüğüm ilk gündü çünkü.
Bir ay sonra Kuzey Kervanı geri dönmek üzere Yesrib’den yine geçti. Binbir çeşit eşya yanında, binbir çeşit acı ve gözyaşını da taşıyarak. Amine’nin yalnızlık acıları ve Abdullah’a dair hasret dolu gözyaşlarıydı bunlar. Öleli altı yıl olmuştu ama herşey hala dün gibiydi. Tane tane konuşması kulaklarında duruyor, yürüyüşü ve gülüşü gözlerinden gitmiyordu. Nasıl gitsindi, oğlu yanı başında tıpkı babası gibi konuşur, yürür ve gülerken… Kervan arkasında eski bir yaranın kanayan islerini bırakarak ilerledi. İzleri ilk farkeden Bereke olmuştu. Yol boyunca kesik kesik öksürmesi ve akşamları halsiz düşmesi ilk onun dikkatini çekmişti çünkü. Amine henüz yirmi yaşındaydı. Tam da kocasının öldüğü yaşta. Gepegenç idi ama kainatın en bahtiyar annesi olma şerefine ermişti.
Gonca gülünü doya doya sevemediği, koklayamadığı, onunla daha çok vakit harcayamadığı aklına geldikçe Halime’yi kıskanıyordu. Babasıyla da oğluyla da birer yıl bile zaman geçirememişti. Oysa onunla oynasa, onu konuştursa, şakalaşsaydılar, onun tatlı sözleriyle gönlü mest olsa, cümleleriyle anneliğini idrak etseydi. Ah keşke oğlunun ileride kafes-i ilahide Cebrail’in öğrettiği tuti ve rahmet kelimelerine bülbül olacağını bilseydi.
Kafile Ebva köyüne geldiğinde Amine’nin ateşi yükseldi ve yerinden kımıldamayacak kadar mecalsiz düştü. Kervanla devam etmesi mümkün görünmüyordu. Ebva’dan bir ailenin yanında beş gün kaldılar. O beş gün gonca gülünün kadife ruhunda derin çiziklerin oluştuğu, ipek düşüncesini ölüm ağırlığının beneklediği tahammülsüz beş gün idi. Bir yetim, annesinin ölümünü görecek ve kainatın en sevgili çocuğu annesiz kalacaktı. Yavaş yavaş ve hissede hissede. Beş gün boyunca annesinin gitgide tükenen bünyesi, gülümün ruhunda beşeri acıları tüketircesine eridi. Altıncı günde de yapayalnız kalışın adı gözden sel olup aktı.
Yıkılası Ebva, zalimler zalimi Ebva. Senin için hicivler okumak geliyor içimden, kainatın en güzel yetimini öksüz bırakansın sen. Dostum İbrahim’den sonra bağrımı ilk kez yakıp yandıransın sen. Ah Ebva yıkılası Ebva. Henüz altı yaşında bir çocuk ve şu genişten geniş dünyada korumasız, kimsesiz ve sahipsiz.
Ne diyorum ben?! Tevbeler tevbesi.. Sahibinin Allah olduğunu unutuvermişim; tevbeler tevbesi...
Amine’nin mezarını Ebva’ya kazdıkları gün başladığım hicranlı neşidelerimi, bir sonraki kervan gelesiye kadar annesinin kabri yakınlarında dolanıp duran mahzun gülümü teselli maksadıyla hep bir ağıt şeklinde terennnüm ettim. Vahdet dolunayının nuru çöle ilk o vakit yansımıştı.
Bereke çok vefalı ve kadirşinas bir kadındı. Öksüzün her şeyiyle ilgileniyor, metanet telkin eden tesellisine çalışıyordu. Gülüm de çok sabırlıydı. Allah’ı düşünmeyi ölümü ve hayatı vereni akıl etmeyi sevmişti. Her kimsenin bir kimsesi olduğunu anlamıştı. Çünkü Allah yetim ve öksüz iken de kendisinin sahibi idi. Sık sık annesinin ölürken okuduğu şiiri ve vasiyeti aklına geliyordu. Rabbine kavuşmak üzere olan bir ruhun ölüm rengindeki fısıltılarıydı bunlar:
“Ey Allah’ın berekenini taşıyan oğulcuğum, çevresini güvercinler melekler kuşatmış öyle bir oğulsunki sen, her şeyi en iyi bilen Allah’ın inayetiyle kötülüklerden korunmuşsun. Rüyalarımda gördüklerim doğruysa eğer Sen helal ile haramı ayırmak üzere bütün kainata gönderilensin. Atan İbrahim’in dini üzerindesin şüphesiz. Ki o din hayırdan ibarettir ve Allah seni putlardan uzak tutmuştur ve oğulcuğum bilmelisin ki her yaşayan ölmekte, her yeni eskimekte. Kimdir ki dünyada fani olmaz? Ben gidiyorum lakin ne mutlu bana ki geriye senin gibi bir nimet bıraktım.”
Gül çiçeğinin bağrını çizik çizik eden ölüm, nedense fazla ara vermedi. İkinci sene biterken annesinden sonra, en çok sevdiği kişiye de uğradı, Abdulmuttalib’i. Yaşı çoktan sekseni geçmişti sedirinde otururken dalıp gittiği oluyordu, uyandığında da ilk önce gülümü arıyor ve soruyordu. Bir gerçeğin farkındalığıydı bu. Etrafta sık sık yeni bir peygamberden bahseden kahinler dolaşıyordu çünkü. Gerçi onların çoğu bu peygamberin kendilerinden olacağını söyleyen Yahudilerdi. Ama Adülmuttalip öyle düşünmüyordu, o turununu biliyordu. Katıldığı yağmur dualarının hepsinde bolca rahmet getirmişti. Kendisini ziyaret eden Yemen Meliki “Bu çocukta bir peygamber görüyorum” demişti.
Bereke’yi sıkı sıkıya tembihleyip yanından asla ayırmamasını emretmesi o günlerdeydi. Aslında Abdülmuttalib’in telaşı boşunaydı. Hiç küfür karanlığını giderecek bir dolunay sahipsiz olabilir miydi? Yani ki eskiden beri onu her an koruyan Biri vardı. O Biri ki sıcaklarda başının üzerine bulut çıkarıyor, doğru olmayan bir yere gitmeye niyet etse uyku gönderiyor ona zarar eriştirmek isteyenlerin adımlarını dolandırıyordu. Yetmiyor Mekke'de her ne kaybolsa bu akıllı çocuğa bulduruyor, herkesin kalbinde onun sevgisini çoğaltıyordu. Yahudilerin onu hedef alan hilelesi ise elbette başlarına geçiyordu.
Amine’nin acısından sonra günler aylara; aylar yıllara eklendi. Gül açalı sekiz sene iki ay on gün olduğunda baba yerine dedesi, hacıları yediren ve içiren, Mekkelilere adaleti dağıtan ve zora düşenlerin yardımını koşan Abdülmuttalib onu ikinci defa yetim bırakıp gidiverdi. O ölünce bütün Mekke ağladı, merhametin onunla birlikte öldüğüne inanarak…
Abdülmuttalib’den sonra Gülüm oğullar arasında şefkat abidesi Ebu Talib’in bahtına düşmüştü.
İskender Paşa, Siyer tadında yazmış olduğu Hz. Muhammed (asm) kitabında bütün ayrıntısı ile bu trajik günleri anlatır.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.