Ahmet AY
Risale-i Nur sahiden anlaşılmıyor mu?
Olcay Yazıcı Hoca’nın, bazıları bugün rahmetli olmuş, pekçok isimle yaptığı röportajlardan oluşmuş bir kitabı var, Etkileşim Yayınları’ndan 2007 yılında yayınlanmış. İsmi; Irmaklar Sonsuza Akar... Bu kitaptaki röportajlardan birisinde rahmetli edebiyat profesörü Mehmet Kaplan’ın bir tespiti var. Diyor ki Mehmet Kaplan Hoca orada özetle; “Bizim bu halimizin bir sebebi de okuduğumuz ortak kitapların olmaması... Bir kültür, bir hars, ancak ortak okunan metinler sayesinde oluşur, gelişir. Bir toplum, ancak ortak okuduğu metinler varsa aynı dili konuşabilir. Biz bunu ihmal etmişiz. Ondan nesillerin arası kopuk...”
Ali Çolak Hocamın Zaman gazetesinde çıkan yazısını okurken bu cümleler geldi aklıma, bilmiyorum neden? Gerçi, yazının geneline baktığımda hak verdiğim birçok noktası olduğunu gördüm. Mesela tenkitte seviye ve insaf konusu ki, hakikaten hicran misal bir yaradır. Hatta benim yaşıtım, kuşağım birçok Nur talebesinin ciğerinde bir yaradır ki, canımız yanıyor da hiçbir şey yapamıyoruz. Eleştirirken de hem insafsızlık ettik, hem incittik. Haklı olduğumuza inansak bile uygulamada haksızlık ettik...
Lakin bu noktalarda Ali Çolak Hoca’ya hak vermekle birlikte yazısının tamamına katılıyor değilim. Zira orada aslında yanlış bir zemin üzerine yine yanlış bir temellendirme yapılıyor. İletişim Yayınları’ndan çıkan Zaman İçinde Bediüzzaman kitabının ilk kısımlarında önemle dikkat çekildiği gibi; biz Nur talebeleri bir noktada pek fena bir hataya düşüyoruz. Karşımızda bir duruş sergileyenlerin enformasyonlarını ve kabullerini, kendi tahkiklerimizmiş gibi algılayarak üstüne kendi yorumlarımızı bina ediyoruz. Mesela orada (o kitapta) bu durum Kürt Teali Cemiyeti’ne bakışımız açısından masaya yatırılıyor ki, bence o tahlil bizim adımıza pek hazindir. Hem reddedilmezdir...
İşte burada bence Ali Çolak Hoca da bir yanlış kabulün üzerine fikrini bina ediyor. Risale-i Nur’un anlaşılmaz olduğu bizim görüşümüz değildir. Bilakis, biz aksine Risale-i Nur metinlerinin, müellifinin Muhakemat’ta söylediği gibi, dikkat olan mehirleri verilirse pek güzel açılabildiğini düşünmekteyiz. Ki nitekim Risale-i Nur metinlerinden çok güzel açılımlar, yorumlar, hakikatler devşirenlerimiz de var ve çok sayıdalar... Hem müellifinin tek başına sürgün edildiği Barla gibi bir yerden onu bütün dünyaya yayan da yine bu metinlerin fikre açık oluşu... İstifadeye medar oluşu... Eğer biz gerçekten böyle anlaşılmaz olduğunu düşündüğümüz metinler okuyor olsaydık bugün bu sayıda ve gayrette olabilir miydik? Bunu birazcık da vicdanımıza soruyorum.
Risale-i Nur’un yeni kuşaklar tarafından anlaşılmaması meselesine gelirsek, bence bu metinlerin problemi değil, cemaatlerin problemidir. Metinlere insanları yaklaştırma açısından yeterince emek ve çaba sarf edilmediğinin göstergesidir. Bunu, en azından yaşadığım kadarıyla, Hocaefendi ekolünün içerisinde yaşadığım şeylerle analiz edeceğim. Allah, haksızlık etmekten korusun.
Ben ortaokul üçüncü sınıftan lise ikiye kadar Hocaefendi cemaatine bağlı ağabeylerle yakın temas içerisinde oldum. Allah razı olsun, emekleri çoktur üzerimde. Onlar sayesinde Fen Lisesini de kazandım. Fakat kader, belki nasibimin oradan olamayışı beni farklı yönlere itti. Bir dönem ciddi çalkantılar geçirdim manevi hayatımda... Cevaplayamadığım çok sorum vardı, çözülmüyorlardı. Samimi söylüyorum; ne Hocaefendi’nin kitapları, ne ağabeyler çözüm olamıyorlardı. Fakat (yıllar sonra) ne zaman ki, Kenan Demirtaş Hoca’nın bir Risale dersinde ondan kırk beş dakika Nurları dinledim; o sohbetten sonra hayatım değişti. Bütün külliyatı baştan sona okumam yaklaşık dört ayımı aldı. Okudum, okudum, okudum...
Hiç unutmuyorum, dersten çıkınca beni derse götüren ağabeyime söylediğim cümle şu olmuştu: “Risale-i Nur böyle bir kitap mıymış ya?” Hakikaten afallamıştım. Zira ağabeylerimle, kardeşlerimle beraberken Risale-i Nur görmek, elime almak, okumak yine nasip olmuştu; fakat hakikaten bir tek Risale-i Nur dersi görmemiştim. Bir tek kere bile Risale-i Nur metinlerinin böyle yorumlandığını dinlememiştim. Hatta Risale-i Nur metinlerinin yorumlanabildiğini, açılabildiğini bile tahmin etmemiştim. Benim için onlar sadece kitaplardı. İyi ve faydalı kitaplar. Her kitap gibi kitaplar. O kadar... Kur’an tefsiri olduklarını bile bilmiyordum. Muhtemelen bize gözetmenlik yapan ağabeyler de pek külliyat bilmiyorlardı. Sivas’ta ne kadar ev gezdim, organizasyonda bulundum; inanın anımsamıyorum, hiçbir Risale dersi görmedim, işitmedim, dinlemedim.
Başka kitapları da okudum o yıllarda. Ama kesinlikle Risale-i Nur’un öyle bir eser olabileceğinin kokusunu koklatmadılar bize. Belki istediler, kendileri de donanımlı değillerdi. Bu yüzden metinlerle aramız hep soğuk kaldı. Fakat o zamana kadar bir tek Risale-i Nur eserini alıp hitamına erdirmemiş olan ben, sadece kırk beş dakikalık bir ders sonucu, dört ay içinde külliyatı bitirdim. Şimdi bazılarını sekizinci, dokuzuncu kez okuyorum, doyamıyorum... Allah doymak bildirmesin.
Ben şimdi yaşadıklarımdan, gördüklerimden hareketle Ali Çolak Hoca’ma sormak istiyorum. Ama kardeşi gibi, kendilerini seven, ciğerine bassa oh demeyecek bir kardeşleri gibi sormak istiyorum: Hocam, siz elinde bu kadar güçlü kaynaklar olan, eğitimcilik yönü bu kadar kuvvetli bir grup olarak, acaba Risale-i Nur metinleri üzerinde (ama gençleri ona çıkarmaya yönelik) hiçbir çalışma yürüttünüz mü? Yani halka yönelik, gençlerin o metinlere ulaşmasına ve bir kültür birliği oluşmasına yönelik bir çalışma...
Bakınız, bugün dünyaya Türkçe konuşturarak büyük hayallerin peşinde koşmakta, hatta gerçekleştirmektesiniz. Okullarınızla neler neler başarılabileceğini hepimize göstermektesiniz. Yani anlamıyorum, dünyaya Türkçe öğretmek, Risale-i Nur’daki birkaç kelimeyi öğrenmekten/öğretmekten daha mı kolay? Yahut Türkçe bilenlerin Risale-i Nur okuması, dünyanın Türkçe konuşmasından daha mı zor?
Halbuki sizler, köklerimizle olan bağlılığımıza bizden daha düşkün, daha iştiyaklı idiniz. Hem okuduğunuz, hem yaydığınız kitaplar bunun iddiasında idiler. Şimdi neden, hem de böylesi bir kitapta bu iddiadan vazgeçtiniz? “Yapılmaz” demiyoruz; “Yapamazsınız, hakkınız yok” da demiyoruz; Risale-i Nur Kur’an’ın malıdır, o yüzden bütün ümmetin hakkı var. Fakat Risale-i Nur metinlerine gençleri çıkarmak adına daha muhteşem şeyler, seminerler, TV programları, olimpiyatlar yapabilecekken; neden burada böylesine kolaycılığa saptınız? Sahi beş yüz kelimenin anlamını öğretmek bu kadar zor muydu?
Burada benim üzüldüğüm birşey varsa, o da ortak konuştuğumuz bir dilin, bir kitabın kıymetini bilemediğimizden dolayıdır. Evet, haklısınız, gençler Risale-i Nur’u anlamıyorlar. Ama Risale-i Nur ağır olduğu için değil, onları omuzlarına alıp Nurdan metinlere çıkarabilecek ağabeyleri olmadığı için anlamıyorlar. Kimi sadeleştirmeye kaçıyor, kimi sadece yüzünden okuyor, pek azı hakikaten bir öğretmen gibi metni izah ediyor. Size azıcık sitem etme hakkımız varsa, bunun üzerinedir. Haddim olmadan ettim, hocamsınız, hakkınızı helal edin. Fakat şu yaşananlardan cidden ciğerimiz yanıyor. Yanıyor da hiçbir ağabeyimize derdimizi anlatamıyoruz. Sanatı faydaya feda edecek miyiz?
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.