Sanatta, içine imân ve takvânın girme hakkının bulunmadığı 'özerk bir bö

Sanatta, içine imân ve takvânın girme hakkının bulunmadığı 'özerk bir bölge' olabilir mi? (1)

"Ekonomik liberalizm" ve onun doğurduğu karşı konulması zor "yeni hazcılık dalgası", yerkürede (doğru ya da yanlış) bir "idea"sı, düzeni dönüştürmeye dair samimi bir ülküsü bulunan herkesi sırayla içi boş tenekelere dönüştürmeyi başardığı gibi, özellikle son 10-15 yıldır Türkiye Müslümanları'nı da ürkütücü bir süratle niteliksizleştiriyor; şeklen olmasa bile en azından bilinç düzleminde yepyeni bir kalıba sokuyor.

Bana göre, gayet sistematik ve kasıtlı, hesabı-kitabı özenle yapılmış bir dönüştürme operasyonudur bu... Ayrıca, sonucunda türeyen yeni tip bir "Müslüman aydın modeli" var ki onu da İslâm coğrafyası için Hazret-i Peygamber'in vefâtından bu yana zuhur eden en büyük iç tehdit olarak algılamaktayım.

Sözünü ettiğim yeni tip "Müslüman aydın modeli"nin en dikkat çekici karakteristikleri ise şöyle sıralanabilir:

Görünürde, kolay kolay sarsılmaz bir imânı vardır böyle kişilerin... İslâm'ın namaz, oruç, kurban, tesettür gibi rutin ibadet pratikleriyle araları pek fena sayılmaz; ayrıca içki, sigara, domuz eti, hırsızlık, zinâ gibi birincil derece yasakları çiğnemek gibi bir eğilimleri de (en azından çoğunlukla) yoktur. Aksine, konuşmaları ve yazılarında sık sık kutsal kayıtları ve bu kayıtların üzerine çok emek vermiş büyük İslâm bilgelerini referans gösterir, böylelikle takipçilerinde (her ne kadar sıra dışı kelamlar ederlerse etsinler) temel hukuk/şeriat dairesinden hiç uzaklaşmadıkları yönünde bir izlenim uyandırırlar.

Fakat, bu kişilerin inanca ilişkin irili ufaklı bütün meseleleri çözüp sonsuz bir sulha ermiş gibi görünen beyinleri, aslında en tehlikeli ve yıkıcı sorunun kıskacı altındadır. O soruyu ne kendilerine ne de takipçilerine açıkça itiraf edemezler belki; buna karşılık "endişelerini" konuşurken ve yazarken, yanı sıra diğer her türlü entelektüel üretimlerine (cesaretlerinin yettiği oranda) yansıtırlar. Beyinlerini kemiren temel kuşku ise şudur:

"Acaba, Allah ve peygamberinin insanlığa vaaz ettiği emir ve yasakların tamamı, gerçekten tartışılmaz bir mahiyet mi arz ediyor?"

Bilincin derinliklerinde yuvalanmış bulunan, fakat özellikle çağdaş Müslüman aydında sıklıkla pörtleyip yüzeye çıkan bu şeytanî kuşkuyu günümüz Türkçe'sine "Acaba, Allah ve yeryüzüne gönderdiği peygamberleri, insanlığı yakından ilgilendiren kimi durumlara ilişkin emirler verip yasaklar vaaz ederken bazı hatalar yapmış, yanlış ve eksik değerlendirmeler içeren kanunlar koymuş olamazlar mı?" şeklinde de çevirebiliriz.

Köyünde ite kaka ilkokulu bitirmiş, eviyle tarlası arasında iki güzergâhlı bir hayat yaşayan, imânını alabildiğine yalın yöntemlerle besleyen bir tarım insanını hemen hiç zorlamadığına tanık olduğumuz, onun uzak gündeminde bile yer almayan böylesi sinsi bir kuşkuculuk, 1990'larden sonra İslâmcıların neredeyse sosyalistlerden daha fazla tükettikleri Eski Yunan ve Avrupa Aydınlanması (!) dönemine ait materyalist perspektifli felsefe kitapları üzerinden günümüzün dindar aydınında baş gösteren en yıkıcı hastalığa dönüşmüştür. Söz konusu kitapların yol açtığı zihinsel tahriğe karşı koymak zordur; çünkü bunlar insan doğasının isyankâr tarafının çok hoşuna giden sorular sorar ve yine çok hoşa gidecek cevaplar verirler. O soruları kendine sora sora yeniden biçimlenmeye başlayan bir Müslüman beynin en sonunda büründüğü yeni formda, Âlemlerin Yaratıcısı Allah da giderek "koyduğu kanunlardan bazıları tarihsel süreçte zaman aşımına uğramış, bazılarında ise düpedüz tasarım hatası yapılmış olan eski moda bir kanun koyucu"ya dönüşecektir. Durum böyle olunca, İslâm inancının bazı farz ve sünnetlerine el atıp onları "çağa göre yeniden biçimlendirmek"te de hiç bir beis yoktur. Çünkü, Avrupalı aydınlar da vaktiyle "din kurumu"na aynı şeyi yapmış ve mücadeleyi kazanmıştır.

Böyle düşünmeye meyyâl beyinlerin idrak edemediği acı gerçek şudur ki Yüce Yaratıcı'yı "zaman içinde eskiyip ihtiyaçlara cevap veremez kanunlar hazırlayan, (dahası) çağın gereklerine uymakta güçlük çeken, öngörü ve yaratış yetenekleri sınırlı bir varlık" olarak algılamaya başlayan bir imân, maddeci düşünüş karşısında verdiği savaşı kaybedip artık "çökmüş" demektir. Biçimsel olarak ne kadar namaz kılsa da, ne kadar oruç tutsa da, başını ne kadar örtse de, günlük hayatında dine ilişkin referansları ne kadar sıklıkla ve iştahla dillendirse de o kalp içten fethedilmiş ve işi tamamen bitirilmiştir.

Bir süreden beri dikkatle izlemekte olduğum bu yeni tip "Müslüman aydın modeli"nin temsilcileri, günümüzde hem Türkiye'de, hem de Fas'tan Endonezya'ya kadar uzanan geniş İslam coğrafyasında sanıldığından da bol miktarda bulunuyor. Üstelik, anılan kişiler, "kanaat önderi" arayışındaki gençliğin yeni kültürel ikonları olarak medya sektörü ve sanat dünyasında da son derece stratejik pozisyonlar elde etmiş durumdalar; bu saygın pozisyonlarını kullanarak imâna ilişkin bireysel kuşkularını yeni kuşaklara aynen aktarmak gibi dehşetengiz bir domino etkisini tetikliyorlar.

Öte yandan, ayağın basılacağı sağlam zeminin ve imânın hiç değişmeyecek ilk basamağının temel hukuk/şeriat olduğu gerçeğini iyiden iyiye sulandıran (çağdaş dünyada artık Madonna'nın bile diline düşmüş durumdaki) bir başka popüler kültür ürünü de öyle fazlaca zahmete girmeye gerek kalmadan herkesin rahatlıkla tüketebildiği, iyice yalama edilmiş bir "sufizm/tasavvuf" formülasyonudur. İçindeki "beyazlatıcı krema", kahvesinin en az dört katına ulaşmış bu sakat formülasyon, sözünü ettiğim domino etkisini hızlandıran en büyük suç ortaklarından biridir. Dinde söz konusu yaklaşımın savunucuları, "Esas olan şeriattır" diyen, ömürleri boyunca tek vakit namazlarını bile aksatmadıklarını çok iyi bildiğimiz Mevlânâ Celâleddin-i Rumî, Hacı Bektaş-ı Veli ve Hacı Bayram Veli gibi bilgelerin anladıkları/anlattıkları çekirdek tasavvufun bir güzel posasını çıkarmakla meşgûller...

Kimilerinin belli ölçüde doğru bir benzetmeyle "Protestanlaştırılmış İslâm" adını verdiği bu tehditkâr olgunun genç Müslümanlar üzerindeki yıkıcı sonuçlarını, son yıllarda en fazla "Müslümanca sanat algısı"nda gözlemlemekteyiz. "Tanrı ahlâkî meselelerdeki yasak işini biraz fazla abartmış. Onun koyduğu sınırlamalar sanatın evresel kurallarının ortaya çıkmasından çok önceye ait, şimdi artık işler böyle yürümüyor" mantığına iyiden iyiye teslim olmuş durumdaki bu sorunlu kafalar, genç bir kızın saçının tek teli bile devlet tarafından (o istememesine rağmen) görünür hâle getirildiğinde kıyameti kopartmaya devam ederken, dünyanın her köşesindeki yüz milyonlarca kişinin yıllar yılı tükettiği, verdiği mesajlardan topluca güdülendiği bir sinema filminde beyazperdeye 8x6 metre boyutlarında bir "cinsel organ görüntüsü"nün yansımasını ise şaşılası bir esneklikle, "Bu görüntü, sanatın özerk bölgesi kapsamında değerlendirilmesi gereken bir sunumdur. Tanrı dahil hiç kimse o özerk alana müdahale edemez" pişkinliği içinde karşılayabilmekteler...

"Felsefe", "estetik", "sanat" özellikle de "sinema" odaklı eğitimler veren bazı özel kurumlarının müdavimi olmak, toplumsal arenada sınıf atlayıp daha "fiyakalı" bir etiketle yola devam etmek isteyen dindarlar arasında son 10-15 yıldır etkili bir modaya dönüştü. Bu kategorideki kuruluşların bünyesinde doğup biçimlendiğine tanık olduğumuz marazi bir sanat yorumu da artık neredeyse aynı câmiâdaki genel sanat algısını tanımlayan başat bir düşünce formu olarak büyük saygı görüyor. Sözünü ettiğim yeni düşünce formu, İslâm-sanat ilişkisinde İslâm'ın farzlarına bağlılıktan (her ne pahasına olursa olsun) uzaklaşmamayı savunan (benim gibi) görece az sayıda "direnen"e ise ciddi bir çoğunluk tarafından "çağın gerisinde kalmış sofu ve kara cahil muhalif" şeklinde bakılması gibi son derece paradoksal bir duruma yol açmakta...

Evet, paradoksal bir durum bu; çünkü materyalistlerden artık hemen hiç duymuyoruz böylesi kaba-saba eleştirileri... Fikrî muhaliflerimiz, adına "muhafazakârlık" dediğimiz kültürel tercihin zaten bazı kadim millî/dinî değerleri muhafaza etmek anlamına geldiğinin farkındalar; o yüzden en azından inandıklarımızı dürüstçe savunmamıza saygı gösteriyorlar. Eleştirilerin en keskini, dahası en edepsizce olanı, yine (en azından şeklen) aynı politik/ahlâkî safta olduğumuz bir toplumsal kesimden geliyor.

"Mümkünse, bana saçlarınızın dört santimetrekarelik bir bölümünü gösterebilir miydiniz" gibi bir cümleyi sarf ettiğinizde kendilerinden ya da yanlarında bulunanlardan sıkı bir dayak yemeniz işten bile olmayan dindar hanımlar, ellerinden düşürmedikleri Franz Kafka kitapları, DVD arşivlerini tıka basa dolduran Zeki Demirkubuz karamsarlığı ve bol erotik bezemeli nihilist Uzak Doğu festival filmleriyle yepyeni bir sanat algısına doğru yelken açarken, "Old Boy" ve "Requem for a Dream" gibi yapımlar da sinemayla ilgilenen genç dindar erkekler arasında birer fetiş nesnesine dönüşmüş durumda...

Dikkat ediyorum, benden film tavsiyesi istediklerinde, kendilerine (Amerikan sineması, Japon sineması ya da başka bir kaynaktan) "aile birliği"ni, "sadâkat"i, "sevgi"yi, "imân"ı, "merhamet"i, "sözünün eri olma"yı, "arkadaşlığı", "yiğitliği" yücelten yapıtlar önerdiğim gençlerin suratları asılıyor; bu tür tavsiyelerimden memnun ve mutlu olmadıklarını en azından beden dilleriyle yansıtıyorlar. Hoşlandıkları örnekler ise neredeyse tamamen bireydeki "isyan duygusu"nu yücelten, kişisel ve kitlesel depresyonu azdırıcı türden sinemasal anlatılar... İnanç noktasında en radikal görünümlü çocuklar bile, konu sanat ve sinemaya uzandığında, "kaynağını dinden alan ödünsüz bir ahlâkî önerme"yle karşı karşıya gelmek istemiyor. Sıkıyor böylesi "demode" iletiler onları, ruhlarını boğuyor. Çünkü sanat günümüzde artık yalnızca toplumun ekseriyeti açısından değil, dindar kesimin entelejansiyasında da "Allah'ın etki ve yetki sınırlarının tamamen dışında, kendine ait özerk kanunları olan yepyeni bir kutsallar bloğu" görünümü almış durumda...

Bu bilinç katliamının baş müsebbipleri ise genç kuşağı son 10-15 yıldır -sözümona- "daha elit kişiler" olmaları yönünde yetiştiren bazı dernekler, vakıflar, yayınevleri, enstitüler, özel üniversiteler; oralarda konuk ya da sürekli eğitmen pozisyonunda görev yapan (beyinleri biraz daha erken sulanmış) bir önceki kuşağın mensuplarıdır.

İşte, onlarla görülecek çok derin bir hesabımız var. Onların bu sakat bakış açısını da her fırsatta deşifre etmeyi sürdüreceğiz. Çünkü, böyle düşünen ve gençliğe verdikleri eğitime de bu -rayından çıkmış- sanat algısını alttan alta yediren kişiler, ömrümüzü verdiğimiz bir ülkünün temelini -ahmaklıklarından dolayı, çoğu kez yaptıklarının farkında bile olmaksızın- usul usul oyuyorlar.

Geçen yıl, İstanbul'daki en popüler imam-hatip liselerinden birinden mezun olan genç bir adam, "Ali Murat ağabey, biz artık öyle bir hâle geldik ki, sırf geleneğin dışında görünmemek için, başörtülü kızların özgürlük mücadelesini lafta destekliyoruz. Fakat, hayâllerimizi süsleyen genç kız tipi kesinlikle başörtülü biri değil; gerçekte Kanadalı rock şarkıcısı Avril Lavigne gibi çılgın bir sevgilinin özlemi içindeyiz" demişti.

Ben, o günden beri, bu samimi itirafın ruhumda yol açtığı travmayı hâlâ atlatabilmiş değilim.

Onca direniş ve özverinin sonucunda varılacak olan son durak gözlerinin altı uyuşturucudan dolayı morarmış bir Avril Lavigne idiyse, o hâlde hem bu çocuklar, hem de çilekeş anne-babaları, sekülariteyi baş tacı yapmış bir ülkede kendi ahlâkî kurallarıyla var olabilmek için neden böylesine ağır bedeller ödediler ki?

Ali Murat Güven-Yeni Şafak

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.