Saray istiaresi

Edebiyatta istiarelerle konuşulur. Bu bir anlatım unsurudur. Bediüzzaman dinden ziyade edebiyatın araçları ile anlatır. Örnekler, teşbihler, sayısız imajlar hep onun dinle edebiyat arasında kurduğu irtibattan ileri gelir. İslami edebiyat diye bir şey yok, böyle bir tasnif sakat. Osmanlı edebiyat ile din arasında bir sınır koymamış, ama Osmanlıyı Avrupa ile birlikte yıkan yarasa kafalılar bir devleti ortadan kaldırmanın yetmeyeceğini anlayarak Osmanlıyı temsil eden herşeyi sahanın dışına atmak için ne varsa yapmışlar. Panama’dan bir bez parçasını getirip, bir kanun ile koruyup kafasına o panama bezini takmayanın kafasına ipi takmış, sayısız masumları öldürmüşler. Bahane bunları bir şekilde tasfiye etmek, halbuki o ölen insanların hiçbiri böyle bir serpuşun varlığından haberi bile yok. 
 
O insanlar öldürülmeseydi, yeni dönemde yine tesirleri devam edecekti, bütün ağaçları keseceksiniz ki oraya acele bir gecekondu yapasınız. Öyle de yapmışlar ve kurdukları gece kondudan hala emniyetle bahsedemiyorlar. Perde arkasında ne kadar güçlü komiteler var ki koca bir imparatorluğu bin yıl dünyaya kök salmış bir kültür ve medeniyeti, dini tamamen silmek için çok yönlü planlar yapmışlar. Büyük oranda da başarmışlar. Hala onların kültür programları gündemde. 
 
Bunların önünde bir adam dayanmış, Bediüzzaman. Onu da saf dışı etmek için en zalim muameleler yapılmış. Ama can sıkıntısı olan şey hala bugün onun din, ilim ve edebiyat konusundaki fikirleri üniversitelerde yok. Alternatif edebiyat, din ve sanat yok. Yine fen bilimleri ateizmin bahçesi. Edebiyat yatak, yorgan hikayesi. Din kerametlerle anlatılan safdilane hikayeler. Üniversite gençliğinin yüzde sekseninin dinden haberi yok, onlara hizmet götüren cemaat felsefeleri çıkar ilişkilerinden ve koltuk savaşlarından dolayı yaralandı. İnsanlar artık çocuklarını itimad edecek kurumlar arıyor. Hükümet alternatif kurumlar ve yurtlar üretemiyor. Ne olacak bu işin halli?
 
On birinci sözde anlatılması gereken üç bahis var. Hikmet-i alemin tılsımı, hilkat-ı insanın muamması, hakikat-ı salatın rumuzu. Risale-i Nur’da çözülmesi gereken sorunların en önemli üç boyutu bu üç şey. Bu üç iddia birbiri içinde birbirine bağlı şeyler. Bu alemin neden yaratıldığı, niçin yaratıldığı insanlık tarihi boyunca dini ve felsefeyi, ilmi, kısmen de sanatı ilgilendirmiş. Yaratılışın hakkındaki teoriler dünyalar kadar çok ve kitaplara sığmaz. Yaratanın niçin yaratığı, dışardan bakanın neden yaratıldığı gibi sorunlar. İlim ve sanat, felsefe, mitoloji dışarıdan bakmışlar. Tıpkı tiyatroyu yazan ve sahneleyenin niyetleri ile seyircilerin niyet konusundaki farklı fikirleri gibi. 
 
Alem ne olursa olsun yaratılmış, bir gün bu kainat evi insanın yaşayacağı şekilde hazırlanmış. Ev bitince evde birinin oturması gerekir, çünkü evin yapılışı ve donanımı orada birinin yaşaması gerektiğinin binlerce ipucunu verir. Ev tam hazırlanınca insanın yaratılması gerekmiş işte o zaman insan yaratılmış. Alem neden yaratılmış ve arkasından insan neden yaratılmış? İnsan-evren ve evren-insan münasebetleri... Bunlar için de ilim, sanat, edebiyat ve diğer ilimler çok şey söylemiş. ”Yapan bilir öyle ise bilen konuşur” kaidesince, bir şeyi yapan ancak o şeyin gereği ve gayesi konusunda düşünür. 
 
Arkasından önemli bir sır daha var, namazın hakikatinin rumuzu, yani namaz hakikatinin sembolik anlamının ne olduğu. Çünkü alemin yaratılışı insanın yaratılışını insanın yaratılışı  da namazın gerekliliğini gerektiriyor. Alem-insan-namaz… Alemden namaza insana, insandan namaz ve aleme, namazdan insan ve aleme giden mantık silsileleri var. Bu üç şey birbiri ile alakadar. Biribirisiz olmaz. Ama bunlar tılsım, muamma ve rumuz kelimeleri ile ifade edilmiştir. Yani birebir ifadeler değil, bir eşittir bir gibi değil. Tılsım kendi dışındaki alternatifi sonsuzdur. Yedi rakamlı bir şifrenin binlerce alternatifi vardır. 
 
Tılsım da zor bir kelimedir. Alemin yaratılış hikmeti konusunda  binlerce hakikat olamaz bir hakikat olur, o ya yaratanın niçin yaratığı fikridir. Onun dışında çok şey söylenmiş ama onlar bir olan tılsımı aşamazlar. Muamma da tılsım gibi zor bir kelime, sarih bir anlam değil, insanın neden  yaratıldığı konusunda çok şey var. Bir tanesi hakikati yansıtır o da yaratanın alemi yaratıp insanı onun içine neden koyduğu hakikatidir. Alemi yaratan onunla bütünleşen canlıyı da yaratandır. Kim onu yapmışsa bunu yapan da odur. Güneşi yapan kimse, ışığı yaratan kimse gözü yaratan da O’dur. Koyunu yaratan kimse mideyi de yaratan O’dur. Otu yaratan kimse koyunu yaratan da O’dur. 
 
Bütün nesneler arasında bu ortak tasarım geçerli olduğu gibi, bütün nesneler arasında da ortak bir tasarım vardır. Beş yüz nesne olay canlı, hareket  yan yana dizilsin hepsi bir anda ortak tasarlanılmıştır. Saatlerce bunların ortak tasarımı konuşulur. Buğday, insan, koyun, güneş, elma v.b. arasındaki ilişkiler hem fonksiyonel hem  de biçimsel ortak tasarımı ve yaratmayı gerektirir. Atın boyu ve tasarımı ile insanın boyu ve tasarımı arasındaki ortaklık ve denklik ve uyum ortak tasarımı gerektirir. Daha niceleri. Bilim bu ortak tasarımı düşünmez o tek tek düşünür ve öznesiz ve pasif fiiller kullanır. 
 
Bediüzzaman namazın dini hayat içindeki lüzumunu anlattığı bahisler vardır. Bir de sembolik anlamları vardır. Dokuzuncu Söz rumuz anlatımdır, yani namazın sembolik anlamını anlatır. Bu rumuz anlatımı başka yerlerde de anlatır. İnsanın namazı kainat, insana yansıyan sembolik ilişkiler yumağı bir santralidir veya sayısız ayinelere farklı anlamlarda yansır namaz. 
 
Dokuzuncu söz bu sembolik anlamın şahikasıdır, maziden bugüne kimsenin varmadığı bir büyük anlam yoğunluğu taşır. Sayısız anlam içeriklerini namaza yüklemek Allah’ın bütün alemi bir eyleme yüklemesindeki  acib bir sırdır. Çocuğun anne rahminde oluşturulmasını Bediüzzaman’ın hilkat-ı acibe der, namaza da sayısız sembolik anlamlar yüklemek bir icmal-i acibedir. Dokuzuncu söz de “pek çok hikmetlerinden yalnız birisine işaret ederiz” der. Nedir o pek çok hikmetler onlar sembolün derinliğidir. On birinci sözde de “bir parça fehmetmek istersen“ diyor. Yani rumuzu, muammayı ve tılsımın bir parçasını anlatıyor. Bir parça asgari bir anlatımdır, bir parça ekmek ver gibi, parçadan geri kalan ne kadardır.
 
Alemin hikmeti, hilkati insan, namaz hakikati bu üç birbiri ile ilgili zor anlamları anlatmak için Bediüzzaman bir sultan ve saray örneği verir. Bir sultan bir sarayı neden yapmak ister, bir saraya neden ihtiyaç duyar? Kainatın, insanın ve namazın hakikatlerini anlatmak için önce bir saray yapmak isteyen bir sultan örneğini istiaresini anlatır. Anlatma gereği duyar. Saray yapma ihtiyacını sultan duyar. Sultanın sarayı yapmak için  çok karakteristik özellikleri olması gerekir. Sultanın dört özelliği var birincisi zengin olması, ikincisi garip sanatları bilmesi gerekir. Üçüncüsü, hesapsız acip fenleri bilmesi lüzumludur. Dördüncüsü  ise güzellik bedii ilimleri bilmesi zorunludur. Bu dört şeyi kendisinde toplayan bir saray yaptırabilir. Saray da boş yere yaptırılmaz, onun içinde oturacakları da düşünmesi gerekir. 
 
Bediüzzaman sultan istiaresi ile Allah hakkında daha üretici düşünüyor, istiarenin zaten ifade unsuru olarak alınması da bu yüzden ileri geliyor. Burada sultana izafe ettiği imtiyazları Allah’a vererek anlatsa yanlış anlaşılmalar olacaktır, bu yüzden bir perde olarak istiareyi kullanıyor. Hem zengin, hem  garip sanatlar yapacak kadar sanatkar, hem acip fenleri biliyor, hem de ikinci bir defa sanatın arka planı olan bedîi ilimleri biliyor. 
 
Bedii sıradan güzellikler dışında güzelliklere verilen bir sıfat. Bediiyyat estetik bilimleri demek, estetik de yaratılma öncesi herşeyin güzel yaratılması için nisbet ve orantıların ve uyum ve geometrinin olması gerekir. Alemde sanatın ve ilmin sadece taklidini yaparak şöhret olduğu sayısız güzellikler var. Bu güzellikleri yapmak için sultanın çok iyi estetik bilimlerini yani güzellik bilimlerini bilmesi gerekir. Şehirlerin etrafına dağları yerleştirip, nehirleri o alanın en münasip yerine koymak, ağaçları ve hayvanları Bediüzzaman’ın tabiri ile serpiştirmek, çiçekleri bir süs ve yine Bediüzzaman’ın tabiri ile tearüf aracı olarak koymak bilimin kopuş nazariyesi diye anlattığı masalı yalanlar. Dünya güneşten kopmuş da kopan bir şeyde nasıl böyle herşey yerli yerine gelmiş. Bilim masalları ezop masallarından daha saçma ama birilerinin işine geldiği için hala gündemde. 
 
Estetiğin kaynağı Allah’ın büyük isimlerden Adl ismi. Bütün mimarlık, mühendislik, heykel, resim, nakkaşlık ve bütün icadların arka planı Adl ismine dayanıyor. Güzelliğin kaynağı  nisbet ve orantı. Bediüzzaman buna niseb diyor. Çorbayı güzel yapan unsularının orantısı ve nisbeti, aynen öylede de insan yüzündeki azaların birbirine nisbeti de güzelliği gösteriyor. Hz. Aişe “Eğer Yusuf’u görenler ellerini kesti ise Muhammed’i (asm) görenler başlarını taşa çalardı” diyor. Habibim hitabına mazhar efdalülhalk ve güzeller güzeli. ”Bu simada yalan yok bu simada yalan olamaz“ diyor bir Yahudi alimi ve Müslüman oluyor. Ya ahlakın ve siretin unsurlarını bir insanda içtima ettirmek ne kadar farklı bir estetik. Hz. Peygamber’in (asm) yanına gelen birkaç genç ondan birşeyler isterler, o zaman hiçbir şeyi yoktur Resullullahın. Der ki onlara “beni götürün satın.” Çocukların önünde pazara gider Fahri Alem. Yolda Hz. Ömer’e rastlarlar. “Ya Resullallah nereye” derler. Durumu anlatır Peygamberimiz (asm). Nasıl bir tablo? Koca peygamber birşeyi olmayınca kendini satılığa çıkarır. Ta ki insanlar ihtiyaçlarını gidersin. Hz. Ömer yirmi dinar veya akçe ile Hz. Peygamberi (asm) çocuklardan alır. Hz Peygamber “Yusuf’un satışı daha yeğdi” der. Çünkü Hz. Yusuf kardeşleri tarafından buna yakın bir meblağa satılmış.
 
Adl isminin anahtar kelimeleri, muvazene, mizan, tevzin, tenasüb, muvazene-i eşya, muvazene-yi kainat, intizam. Bu kelimelerin Risale-i Nurlara dağılımı al sana koca bir kitap. Kur’an estetiğini yazdım şimdi yazsam iki cilt olur. Çünkü Risale-i Nur kainattaki güzellik uygulamalarının okumasıdır. Beşer estetiği sadece mimari, resim, güzel sanatlara hasretmiş. Bediüzzaman’ın estetiğinde şimdi şu yaratılıştaki dengeleri, oranları koruma konusundaki fikirleri… Adl ismini sadece mahkemeye hapsetmiş esma yorumcuları, adl isminin izahı bütün bilim nazariyelerini alt üstü eden bir bahis. Bilim tarihi bilimlerdeki denge konusunda çok şey söylemiyor ben baktım göremedim. 
 
Tahavvülat , masarif ve varidat arasındaki denge, bunu anlatıyor nasıl oluyormuş: “Herbir anda umum kainatı görür, nazar-ı teftişinden geçirir bir tek zatın mizaniyle ölçülür.“ Ada sahillerinde bekliyorum, her zaman yollarını gözlüyorum. Neden ada sahillerinde bekliyor o denizin alt ve üst akıntısı ve içindeki canlıların doğum ve ölümleri masraf ve varidatları ayarlanamasaydı sen o sahilde duramaz kaçacak yer arardın İstanbullu aşık! Nazarı teftiş herşey yolunda mı diye gözetleyen nazar, ama her an nazarı teftişten geçiriyor kainatı, fabrikaların kontrol odalarının başında bekleyen teftişçiler. Koca kainata ve birbiri içinde varlıkları dengeleri koruyarak yönetme. İşte bilim tarihinin en önemli metni: 
 
“İşte cesed-i hayvaninin  hüceyratından  ve kandaki  küreyvat-ı hamra ve beyzadan  ve zerratın tahavvülatından ve cihazat-ı bedeniyenin  tenasübünden tut  ta denizlerin  varidat ve masarifatına   ta zemin altındaki  çeşmelerin  gelir ve sarfiyatlarına .. hayvanat ve nebatatın  tevellüdat ve vefiyatlarına .. ta güz ve baharın  tahribat ve tamiratlarına … ta unsurların  ve yıldızların hidemat ve harekatlarına .. ta mevt ve hayatın , ziya ve zulmetin .. ve hararet ve bürudetin  değişmelerine ve döğüşmelerine  ve çarpışmalarına kadar  o derece hassas  bir mizan ile , ve o kadar ince bir  ölçü ile tanzim edilir ve tartılır ki aklı beşer hiçbir yerde hakiki olarak  hiçbir israf hiçbir abes görmediği gibi  hikmet-i insaniye dahi  herşeyde en mükemmel bir intizam  ve en güzel bir mevzuniyet  görüyor ve gösteriyor. Belki hikmet- insaniye  o intizam ve mevzuniyetin bir tezahürüdür, bir tercümanıdır.“ (Lemalar 309) 
 
Tuval üstünde renklerin ve resimlerin orantı ve nisbetleri nerede kainatın nisbetlerini ayarlamak nerede. 
 
Bütün küçük güzellikler bu büyük güzelliklerin sayesinde ayakta. Vücutta al yuvar ak yuvar dengesi bozuldu mu Azrail yetişiyor. Vücuttaki atomların yerli yerine gitmeleri girenler ile çıkanlar dengesi bozuldu mu sen aynanın karşısına bir daha çıkamazsın, nerede güzellik? Bedendeki cihazatların her biri -Bediüzzaman bin cihazat diyor- bin cihazatı yerli yerine koymak ve hareket halinde yönetmek nasıl bir denge ve estetik. Haluk Bey bak şimdi estetik dersleri anlatıyorum. Dünyanın en büyük estetikçisi bu Üstad  öyle değil mi?
 
Şimdi ulum-i bediadan kastedilen bu…  Allah’ın dengeli ve her şeyi yerli yerine koyduğu bir kainatta ressam fırçasını alır tuvalın karşısına geçer elinde sigarası resmini yapar. Guercineayı yapar, Şeker Ahmet Paşa’nın natrümortunuda. Bütün güzellikler senin sayende Allah’ım bir de şu küçük ve düşünce özürlü insanlar olmasa. Gebze’de ilk defa Bediüzzaman ve Güzellik diye bir konferans veriyordum, bitti biri geldi Himmet Abi dedi ben risalelerde estetik var diyordum bana deli diyorlardı beni kurtardın dedi. Dedim  şimdi sana bir arkadaş buldular… Bediüzzaman diyor akıl bu ise yaşasın cünun…
 
Saray istiaresine devam edeceğiz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
5 Yorum