Ahmet AY
Sarıklı Gencin bana öğrettiği...
Mektubat’ta geçen “sarıklı genç” meselesi hakkında sanıyorum söylenilmeyen bir şey kalmadı. Çoklar, bu mesele hakkında yorumda bulundular ve meseleyi pek çok açıdan vuzuha kavuşturdular. Onların yazdıklarının ve söylediklerinin üzerine benim çok fazla bir şey söyleye(bile)sim yok. Hem çok şükür, ihtiyaç da kalmamış. Fakat belki iki yıl kadar önce yaşadığım bir olaydan ötürü bana vicdanım tarafından hatırlatılanları, ben de bu yazı vesilesiyle sizlere hatırlatabilirim. Hem sizlerle paylaşabilirim. Kimbilir, belki bir faydası dokunur? Hem kimbilir, belki bu yazının bir ucu gider de gider; sarıklı gence de dokunur. O meçhul kahramanın bir köşesini daha aydınlatır. Tevfik Allah’tan... Ve O’ndan asla umut kesilmez.
Yazıya başlamadan önce bir şeyi itiraf edeyim: Benim, Bediüzzaman’ın özellikle Lahikalar’da yer alan mektuplarından aldığım bir büyük ders vardır kendimce. O da, tarif edebildiğim kadarıyla, şudur: “Eğer bir müellifsen, yani insanlara bir şeyler anlatmaya soyunmuşsan ve makam-ı reşhaya talipsen; hakikatlere perde olmamak adına, hakikatlerin senden bilinmemesi adına, hakikatleri reşha misal bir şeffafiyetle Kur’an’la bağlama adına, kusurlarını itiraf etmekten çekinmeyeceksin.” Evet, Bediüzzaman’ın, eserleri boyunca, Allah’ın (c.c.) karşısında her vakit acizliğini hissetmesinin ve bunu satırlarında hissettirmesinin belki bir hikmeti de budur. Yani acz mesleğinin tecellilerine vurgudur ve bu yönüyle pek çok örnekler Risale-i Nur’u doldurmuştur.
Bediüzzaman, asrın müceddidi olan o büyük insan; Şefkat Tokatları gibi bahislerde kendi kusurlarını da metne dahil etmekten (ki haşa, bize kıyasla onlar kusur da sayılmazlardı) çekinmemiştir. Hatta aksine, Şefkat Tokatları’na kendi kusurlarını söyleyerek başlamıştır öncelikle... Bu yönüyle Risale-i Nur, taliplerine şu dersi de vermektedir bence: “Eğer siz de hakikatleri yazmaya soyunduysanız, muvaffak olduklarınız kadar, olamadıklarınızı da yazılarınızda zikretmelisiniz. Zira sizin sadece bir insan olduğunuzu, onlar ancak okurlarınıza gösterirler.”
Öyle ya, eninde sonunda sadece ve sadece insansınızdır. Yanılmaya, unutmaya, şımarmaya, abartmaya, gururlanmaya, gaflete meyyal bir insan, yalnız bir insancık. Bu yönüyle her müellif, Bediüzzaman misal, hatalarını itiraf etmekten çekinmemelidir ki; makam-ı reşhanın şeffafiyetine erişebilsin, kendisi aradan çekilsin, “Hu” kalsın. Yalnız setredilmesi, hicap edilmesi gereken günahlar müstesna...
Bu yönüyle ben de aczimi ve zaaflarımı gösterir tarzda bir kusurumu itiraf etmek istiyorum bu yazıda...
Bundan belki iki yıl kadar önce, benden yaşça çok küçük (belki on yıl kadar küçük) ve Nurları okumakta da yeni bir kardeşim küçük bir ders esnasında, söz alarak güzel bir şey söyledi. Açılımı (sonradan fark ettim) güzeldi, fakat ne bileyim? O an için söyledikleri dersin makamına uygun gelmedi ve ben de meseleyi böyle değil benim söylediğim şekilde düşünmesi gerektiği üzerinde ziyade ısrar ettim. İnsaflı idi, itiraz etmedi. Ders de böylece sorunsuz bitti.
Dersin bitiminden bir hafta sonrasına kadar bir huzursuzluk asılı durdu vicdan ipimde. “Acaba çok mu sert konuştum? Acaba onun dediğinde de haklılık payı yok muydu? Acaba ben mi yanlıştım?” İçim aldı verdi, aldı verdi, aldı verdi. Nihayet dayanamadım. Mesele hakkında internet üzerinde araştırmalar yaptım. Ve nihayetinde o küçük gördüğüm kardeşimin hiç de küçük sözler etmediğinin farkına vardım. Aslında o noktada küçüklük eden bendim. Büyük sözü söyleyip benim tavrıma karşı büyüklük gösteren de yine o kardeşimdi. O zaman Avcılar’da yaptığımız bir ders sırasında Hamdi Yüce ağabeyin ettiği şu sözler geldi aklıma.
O dersin içerisinde, biz bir yerde; “Hamdi ağabey, siz ağabeyimizsiniz, daha iyi bilirsiniz” diye bir cümle kullanmıştık. Bunun üzerine tatlı sert bizi ikaz eden Hamdi ağabey şöyle söylemişti: “Kardeşim, bizim tarzımız ehl-i tarik tarzı gibi değil ki; ağabeylik böyle bir makam olsun. Bizde tefani var. Tefani ne demek? Kim daha iyi biliyorsa şu cemaatin içinde o şu an ağabeyimiz oldu demek. Ahmet mi güzel bir şey söyledi şu an, o benim ağabeyimdir. Ümit mi söyledi şu an, o benim ağabeyimdir. Eğer benim aklıma gelen güzel bir şey olursa da o an için ben sizin ağabeyiniz olurum, sonra söylerim, tekrar kardeşiniz olurum. Tefani böyle olur. Ağabeylik geçicidir, kardeşlik kalıcı...”
Neyse... Bu güzel sözler hatırıma geldi işte. Gittim o kardeşten hatamı itiraf edip özür diledim. “Senin dediğin doğruymuş” dedim. “Ağabey ne ehemmiyeti var? Özürlük bir şey yok. Sen de haklıydın” dedi. “Olur mu öyle şey” diye cevap verdim. “Benim hatamın başı buradan arşa değer. Çünkü ben içinde hiyerarşi olmayan bir mesleğin savunucusu olarak, mesleğime zulmettim. Hiyerarşi soktum, sana tahakküm etmeye çalıştım.” Anlamadı, aklı karıştı: “O ne demek ağabey?” dedi. Dedim: “İzah edeyim...”
Sonra sarıklı genç mektubunu okuduk beraberce... Diyeceksiniz ki, şimdi “Ne alaka? Sarıklı gençle bu mevzuun ne alakası var?” Bence çok alakası var. Orada Üstad Hazretleri demiyor mu, her zaman “birinciliği kimseye bırakmıyor” dediği talebesi Hulusi Yahyagil ağabeye; “Sarıklı, küçük, genç bir zât ise, Hulûsi’ye omuz omuza verecek, belki geçecek birisi, naşirler ve talebeler içine girmeye namzettir” diye... İşte bu bile Nur talebelerinin benim düştüğüm hataya düşmemeleri için müthiş bir nasihattir. Çünkü Üstad orada sanki şöyle diyor:
“Bak sen birinci talebesin, hizmetlerin büyüktür, fakat bir gün seni geçebilecek bir talebe bile naşirlerin içinden çıkabilir.” Ve o zamandan bu zamana Bediüzzaman’ın sözü kulağımda şöyle çınlıyor: “Ne kadar çok Risale okursanız okuyun, kaç yıldır hizmetin içinde olursanız olun; bir gün daha bıyıkları terlememiş bir genç çıkar, Allah onun kalbini hakikatlere açar, bir de bakarsınız, sizin hiç aklınıza gelmemiş şeyler söylemiş, sizi geçmiş...”
Böylece helalliğimi aldım. Bu benim bahtiyarlığım. Fakat sonradan okuduğum hatıralarda Ceylan ağabeylerin, Zübeyir ağabeylerin kendi aralarında şakalaşmaları “Sarıklı genç sensin. Hayır, sarıklı genç asıl sensin” tarzında birbirlerine iltifat etmelerinin de bu noktaya parmak bastığı taaccüple dikkatimi çekti. Tıpkı Hamdi Yüce ağabeyin dediği gibi; sarıklı genç bir temsildi aslında... Belki Hulusi ağabeyin şahsında bize bir ihtardı. Nur talebelerinin kıdem ve makam peşinde koşmalarına engel oluyordu. Çünkü hep şu ihtimal vardı: Bir gün birisi gelebilir ve hepimizi geçebilirdi. Bunun kapısı açıktı.
Hatta burada, biraz esprili olarak, Mahmut Güleç ağabeyimin Risale-i Nur’un hakkını veremediğimizi düşünerek (ki kendisinin hayallerinin çok ötede olmasındandır) söylediği şu cümleler geliyor aklıma: “Yaşarsak göreceğiz. Bir gün gelecek, Norveç’ten, Finlandiya’dan veya başka bir yerden; sarışın, yeşil gözlü uzun uzun adamlar gelecek. Bunlar hep Risale-i Nur’un talebesi olacaklar. Ve bize Nurculuk nasıl oluyormuş gösterecekler!”
Neden olmasın? Risale-i Nur bu topraklardan çıktı diye bu durum tembellik etme hakkı verir mi bize? Nurlarda da geçen, Kur’an’daki o muhteşem ayeti hatırlayalım. Hani şu; kıymet bilmeyen kavmin yerine başka bir kavmin getirilebileceğini söyleyen ayeti... O zaman sarıklı genç daha farklı bir bakış açısı verebilir bizlere. Öyle değil mi?
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.