Misafir Kalem
Şeker Amca
Mehmet Nuri Yardım’ın yazısı
-Merhum Hacı Osman Kıngır’ın aziz hatırasına-
Ona niçin “Şeker Amca” derdim bilmiyorum. Adı öyle değildi aslında ama benim gönlümde, zihnimde, dilimde hep “Şeker Amca” olarak kalıverdi. Evden çıkıp babamın çarşısına doğru giderken yolumun üzerinde olan bakkal dükkânına “Selamünaleyküm” deyip uğramamak olur mu? Çünkü Şeker Amca’nın herkese ikram ettiği şeker var. Çocukluğumun bu erdem ve fazilet adamı hep iyiliğin timsali olarak yerleşti yüreğime. Hani “melek gibi insan” denir ya. İşte tam da öyle biriydi. Hep güler yüzlüydü. Acaba “Mümine tebessüm sadakadır” hadis-i şerifini mi yaşıyor ve bize hatırlatıyordu, bilmiyorum. Çocukları arkadaşımdı ama sanki onunla ben daha sıkı bir dostluk kurmuştum gibi. Zira büyüklerle ‘büyükçe’ konuşan “Şeker Amca”, biz çocuklarla âdeta çocuklaşıyor ve sesine yumuşaklık ve narinlik katarak uzun uzun sohbetler ediyordu. Tebessümüyle, elindeki akide şekeriyle bir yaşama sevinci taşıyordu.
Çok yaşlanıp da artık oğlunun evinde yatalak olduğu hâliyle kendisini ziyaret ettiğim zaman bile hep bunları düşündüm. Memleketimizin gözümdeki ve gönlümdeki “en iyi insanı”ydı şimdi sessizce bu salonda uzanan… Oğlu Bekir’in, “Bak ziyaretine kim gelmiş?” derken dudaklarının hafif mırıldanışı ve neredeyse kalkıp yine o eski hâliyle bana şeker vereceğini düşündüm bir an. Ama takati yoktu artık. Onun yerine oğlu ikramda bulundu. Bir süre oturdum, hatırını sordum, belli belirsiz cevaplar aldım ama gelişimden belli ki memnun kalmıştı. Ağzından devamlı çıkan söz, “Şükür elhamdülillah!” Bir insan o ağır hastalığında bile şükreder mi? İmanlıysa, ömrünü İslam ve Kur’an hizmetlerine hasretmişse, yaradılışın hikmetini biliyorsa, eder. Ve Bekir’in onunla diyalogunu dinliyorum. Bir çocuğa ninni söyleyen bir anne hassasiyetiyle konuşuyordu oğlu “Şeker Amca”yla… Torunları geldi daha sonra salona, onlarla da tanıştık. Bize hatıra fotoğrafları çektiler.
Hasta ziyareti kısa olur. Keşke daha fazla oturabilseydim, keşke onun o maneviyat dünyasından biraz daha fazla istifade edebilseydim. Ama hep dükkânında, güler yüzle gelen misafirleri ‘şeker’iyle karşılayan, müşterisine çok iyi davranan amcam gitmiş artık yatağında upuzun uzanmış, sabırla, tevekkülle ve şükürle akıbetini bekleyen biri gelmişti yerine. Gözlerimden önce içim doldu, boğazım kurudu. Sonra evden dışarı çıktığımda gözyaşlarımı salıverdim. Çocukluğumun muhkem kalesi yavaş yavaş yıkılıyordu. Hâlbuki ben onu her yıl memlekete gittikçe ziyaret etmek ve müktesep hakkım olan, çocukluk rüyamı süsleyen o akide şekerini almak isterdim.
Galiba ilk görüp heceleyerek okudum şiir, onun dükkânında asılıydı. Sevdiğim şiirleri bile kolay kolay ezberleyemem. Ama bu dörtlük neredeyse 55 yıldır zihnimden silinmedi: “Hile ile iş gören/ Mihnet ile can verir/ Namusa hürmet eden/ Nesline şeref verir.” Bu şiir kimindi, kim yazmıştı? Meşhur bir şair mi yoksa kaleme almıştı? Çevredeki medreselerden gelen bir dervişin, bir talebenin miydi? Bilmiyorum. Faruk Nafiz’in “Han Duvarları” şiirinde geçen ve duvara kazınmış o yanık mısraları andırıyordu. Belki de “Şeker Amca”nın sadrından satıra dökülmüştü. Ömrüm şiirle, edebiyatla geçti. Nice divanı inceledim, binlerce şiir kitabını tetkik ettim. Bu satırları başka hiçbir yerde görmedim.
Şimdi düşünüyorum da aslında bu küçük bir dörtlük değil. Bir hayat nizamı, istikamet manzumesiydi. Öncelikle bir Müslümanın harama ve helale dikkat etmesi gerektiğini hatırlatıyordu. “Hileli iş yaparsan mihnet ile ölürsün” diye ikaz ediyor. Başta toplumu, yani aileyi ayakta tutan ‘namus’ kavramına dikkat çekiyor. “Namusa saygılı olan kendi nesline şeref verir.” Bugün gündemden düşmeyen “aile” kavramını ne güzel hülâsa ediyordu şu dizeler. Bilmiyorum, dükkân birkaç sene önce başkasına devredildiğinde bu levha aile tarafından alınıp saklandı mı? İnşallah çocuklarından biri “hatıra” diyerek saklamıştır. Zira o, sadece kuru bir levha değil, âdeta memleketin nesiller boyu saklanması gereken “iyilik tablosu”ydu bir bakıma. O levhayı sanırım dükkâna giren on binlerce müşteri, dost, ahbap, akraba, derviş, ağabey ve kardeş okumuş, binlerce çocuk da hecelemişti.
Bir güzel söz duymuştum: “Sözü altın olanın susması cinayettir” diyordu. “Şeker Amca” da susmadı hiçbir zaman. İyilikleri, güzellikleri, doğrulukları yumuşak fakat etkileyici bir dille söyledi durdu. Bir bakıma gizli bir mürşit gibiydi. Post istemeyen, makam-mevki talep etmeyen ama söyleyeceğini her daim pervasızca söyleyen bir nasihatçiydi. “Emr-i bilmaruf nehy-i ânil münker” (Allah’ın emrettiklerini söyle, yasakladıkları için uyar) mealindeki sözü bihakkın yaşıyordu. “Din nasihatten ibarettir” öğüdünü sanıyorum dünyada en çok uygulamış kişilerden biriydi. Mesajını hep “kavl-i leyyin”le, yani yumuşak dille verdi muhatabına. Bu yüzden onu hiç kızgın bir yüzle görmedim. Âdeta Cenab-ı Allah’ın “Cemal” ve “Latif” sıfatları yüzünde tezahür ediyordu. Tam da dükkânının karşısındaki Çarşı Camii dile gelse de onun o tarihî mabette huşu içinde kıldığı namazları bize anlatsa, secdelerini dile getirse…
“Şeker”le “bal” birbirine ne kadar yakışıyor değil mi? “Bal Amca”mız da İstanbul’dan Siirt’e her gelişinde ona uğrardı. “Ballar balını buldum” diyor ya Yunus Emre aynen öyle… Bediüzzaman Hazretleri’nin mübarek talebelerinden Mustafa Sungur abi de memlekete geldikçe “Şeker Amca”mıza uğrardı. Zira alacağı balı vardır. Bu bal meşhur “Pervari Balı”dır. Ama şimdi düşünüyorum da “Bal Amca” sanki ‘bal’ı bahane ederek Siirt’e geliyor ve “Şeker Amca”mızla, Tillo’ya giderek Fakirullah Hazretleri ve İbrahim Hakkı Hazretleri ile sohbet ediyordu. Biz de bu vesile ile büyüğümüzün bulunduğu mekâna koşuyor, dersine kulak veriyor, sohbetini can kulağıyla dinliyorduk. Medresede “bal amca”yla “şeker amca” yan yana otururlardı. İki gönül ehli, iki nurlu mübarek, iki âbide şahsiyet… Tatlıyla hemhâl olan iki tatlı mümin… Ümmi Sinan’ın “gül” için söylediğini “bal”a dönüştürürsek ne çıkar: “Bal alırlar bal satarlar/ Baldan terazi tutarlar/ Balı bal ile tartarlar/ Çarşı pazar baldır bal.”
Onu niçin çok sevdiğimi hatırlamaya çalıştıkça geçmişe yolculuk yapma ihtiyacı hissediyorum. Zira başka hikâyelerimde anlatmaya çalıştığım Kur’an hocam Muhammed Aksu ile Tillolu Hafız Taha, en yakın dostlarıydı. Yanılmıyorsam yaş olarak ikisinden de büyüktü, ağabeyleriydi. Aslında sadece onların değil, başta bitişik dükkândaki Tevfik amcanın, Öner, Rıdvan ve Hasan ağabeylerin, Sağlam’ların, Ergenç’lerin, Yardım’ların ve diğer bütün sevenlerinin de büyüğü, ağabeyi, öncüsüydü. Bir başka müşterek noktamız, sevgili oğlu Ömer, benim memleketteki en yakın arkadaşlarımdandı. Dükkâna uğradığımda Ömer de oradaysa mutluluğum katlanır, sevincim hudutsuz olurdu.
Zor zamanların kahramanıydı “Şeker Amca”… Fedakâr, âkil ve şefkat âbidesiydi. “Nur hizmetlerini ‘Sabri Bilgili Efendi’ ile ilk başlatanlardandır” diyorlardı. Ben merhum Sabri Efendi’yi tanımıştım, sonra rahmete kavuştu. Medresede “Şeker Amca”mızı hep görürdüm. Bir bakıma Allah rızası için, imana ve Kur’an’a hizmet etmek isteyenler için lokomotif gibiydi. Sadece sözleriyle teşvik etmez, maddi olarak da en büyük katkılarda bulunurdu. Risale-i Nur Talebeleri’nin bütün hizmetlerini korur kollardı. Yanısıra İslam’a ve Kur’a hizmet eden bütün diğer cemaatlere ve tarikatlara da sahip çıkardı. Tillo’daki ilim talebelerine de o yetişir, bölgede yeni açılacak medreselerin kuruluşuna da…
“Müminler kardeştir” ayetini can-u gönülden benimsemişti. İhtiyacı olan ve yanına gelen hiç kimseyi geri çevirmediğine inanıyorum. Hani şarkıda geçer ya, “Benim gönlüm dağlar kadar” diye… İnanın onun gönlü dağlardan da büyüktü. Şimdi düşünüyorum da Asr-ı Saadet’te Hazret-i Ebubekir, nasıl bütün mal varlığını Yüce Peygambere (asm) ve İslam hizmetlerine sunmuşsa büyüğümüz de esasen aynı yoldan yürümüş ve ihtiyaçlara cevap vermiş, boşlukları doldurmuştur. Muhtaca yardım, hastaya şifa, dertliye deva, yolcuya merhem, talebeye âdeta baba olmuştur.
Biraz daha büyüyüp de dinî sohbetlerde aynı meclisi paylaşınca okumalar sırasında gözlerini kapadığını ve okunanları huşu içinde dinlediğini hatırlıyorum. Başkaları belki bunu ‘uyku’ sanırdı ama doğrusu bu ‘yakaza’ âlemiydi. Sabahtan akşama kadar bakkal dükkânında yorulan “Hacı Amca”mız gözlerini dinlendirirken kalbiyle de okunan ve anlatılan hakikatleri can kulağıyla ve büyük bir itina ile dinliyordu.
Temel eğitimimi yaparken en sık uğradığım dükkânlardan biriydi bu dükkân. Yüksek tahsil için İstanbul’a gelip daha sonra her yıl memlekete gittikçe yine ihmal etmediğim ilk mekânlardan biriydi o aydınlık dükkân. Babacığımın ayakkabıcı dükkânına uğrayıp ellerini öptükten ve komşularıyla selamlaştıktan sonra Helvacılar Çarşısı’nı geçer, Hacı Osman ağabeyi ziyaret ederdim. Biliyor musunuz, şeker ikram etme âdetini hiç terk etmedi. Ben de almayı unutmadım doğrusu. Ah, o ne güzel bir alışverişti.
Önce yakın arkadaşları Hacı Muhammed Aksu ve Hafız Taha ebedî âleme göç ettiler. İkisi de en çok sevdikleri arasındaydı. Ve “İrciî” emrine uyarak kendisi de yola çıktı şimdi. Kim bilir belki de ruhani âlemde yine muhabbet demini kuruyor, birbirlerine tebessüm ederek o tadına doyulmaz sohbetlerini yapıyorlardır… Mademki, “Kabir ehl-i iman için cennet bahçelerinden bir bahçe”; inanıyorum ki üçü de şimdi rengârenk çiçeklerle donatılmış cennetâsâ bir bahçede oturmuş kalp dilleriyle konuşuyor, hasbihâl ediyorlardır. Hacı Osman abi Risalelerden seçtiği dersi tane tane okuyor, ardından Muhammed Hocam o yanık sesiyle aşr-i şerifini seslendiriyor, nihayetinde Hafız Taha da hüzünlü edasıyla “Derd-i mendim Ya Resulallah deva ol derdime…” diyerek ilahilerini, gazellerini peş peşe sıralıyordu.
Bazı kişileri anlatabilmek zor. Hani Mehmed Âkif diyor ya, “Dili yok kalbimin bilsen ondan ne kadar bîzarım.” Evet Hak dostlarını, Allah’ın sevgili kullarını anlatabilmek hakikaten güç! Olsun, en azından onların hatıralarıyla yaşıyor, yaşanmış güzellikleri yâd ediyor ve rahmetle anıyoruz ya! Bu bile yeter. Şüphesiz o, bu dünyanın bir “bekleme salonu” olduğunun idrakindeydi. Herkes biletini alır ve oturup sırasını bekler. Sonra uzaktan bir tren düdüğü sesi duyulur. Bileti bulunanlar, vadesi dolanlar ellerine amel defteri hüviyetindeki bavullarını alıp kara trene doğru yürürler, binip kompartımanlarına yerleşirler. Sonra pencerelerden sevdiklerine el sallayıp veda ederler. O tren dumanlarını semaya doğru uçurarak gider, bekleme salonu yine dolmaya başlar. Bu sefer başka ahiret yolcularıdır oturanlar. Onlar da trenlerini, yani ölüm dâvetini beklemeye başlarlar. Bu cevelan, fani dünyadan bâki âleme doğru bitmeyecek bir yolculuktur. Büyük Yaratan’a gidiştir. Yani biz, hepimiz esasında trenini garda tevekkülle ve inançla bekleyen yolcular gibiyiz. Sıramız gelince, davet vuku bulunca kalkıyor, davete icabet ediyor ve göç kervanına katılıyoruz. Hem katılmamak mümkün mü? Zira hayat Hazret-i Âdem’den bu yana böyle devam edip gidiyor.
Dünya fani. Bazen gaflete dalıp kendimizi ölümsüz sanıyoruz. Ölebileceğimizi hatırlamıyoruz bile. Hâlbuki “Lezzetleri acılaştıran ölümü çok zikrediniz” buyurulmuş. Biz hatırlamazsak da birileri hatırlatır nasıl olsa. Meselâ bir başka mübarek ağabeyimiz eğitimci Hasan Dal’ın ikazıyla şöyle bir mesaj düşer telefonunuza:
“Allah’ım bu dünyada beraber kıldığın gibi ahirette de beraber olmayı nasip eyle âmin bi hürmeti Seyyidi’l Mūrselin. İnşallah Allah mekânlarınızı üstadımızla birlikte Hazreti Muhammed (s.a.v.) Efendimiz’in sancağı altında haşr etsin, âmin. Bi hürmeti Seyyidi’l Mūrselin inşallah…. Bütün ömrünü İman ve Kur’an’a vakfetmiş, maddi ve manevi imkânlarını bu yolda harcamış, Siirt’te ilk Risale-i Nur hizmetlerinin başlamasına vesile olmuş, aynı zamanda Siirt uleması ve halkının gönlünde taht kurmuş, ismiyle müsemma, lisan-ı hâliyle bihakkın İslam’ın güzelliklerini yaşayarak örnek bir kişiliğe sahip mümtaz bir şahsiyet Hacı Osman Kıngır ağabeyimiz Hakkın Rahmetine kavuşmuştur. Kendisine Allah’tan rahmet, yakınlarına ve dostlarına başsağlığı diliyoruz. Allah mekânını cennet eylesin. Kabrini cennet bahçelerine açılan bir pencere eylesin inşallah…”
Ve mesajın sonunda taziye için çocukları Zeki, Bekir, Said ve Ahmet’in telefonları veriliyor. Tabii arkadaşım Ömer ve diğer çocukları da var. İlk olarak İstanbul’daki oğlu Bekir’i aradım. Telefon sürekli meşguldü. Sonra Bursa’daki oğlu Zeki ağabeyi. Telefon açıldı ve konuştuk. Haberi sordum, sesi hüzün doluydu, “Doğru” dedi. Rahmet diledim, başsağlığı ve sabır temenni ettim. Bursa’dan yola çıkmış, Armutlu’ya gidiyor. Çünkü akşam toprağa verilecek. Sonra Said’le görüştüm. O akşam muhtemelen defin işlemiyle meşgul olan Bekir’i ertesi günü aradım ve görüştük.
Artık günümüzde iletişim biraz da sosyal medya ile sağlanıyor, hesabımı açtım. Aziz büyüğümüzün çiçekli bir fotoğrafını buldum ve şu satırlarla birlikte paylaştım: “Siirt’in hayırsever işadamı, gönül insanı, birçok güzel hizmette bulunmuş aziz büyüğümüz Hacı Osman Kıngır, bugün (19 Ağustos 2020, Çarşamba günü) büyük dâvete uyarak ebedî âleme göç etti. Armutlu’da toprağa verilen merhuma Cenab-ı Allah’tan rahmet diliyorum. Ruhu şad, mekânı cennet, menzili mübarek, makamı âli olsun. Kıngır Ailesi’nin bütün fertlerine, dostlarına, sevenlerine ve hemşehrilerime başsağlığı ve sabır diliyorum.”
Ne diyordu Bayrak Şairimiz Arif Nihat Asya, “Mübarek akşamdır/ Geliniz ey Fatihalar, Yasinler.” Böyle zamanlarda gürül gürül okunmaz mı Kur’an… Bediüzzaman Hazretleri, “Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde fani dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme” diyor. Benim “Şeker Amca”m, herkesin “Hacı Osman ağabey”i bir değil çok fazla eser bırakmıştı ardından… Kim bilir kaç caminin, Kur’an Kursu’nun ve medresenin temelinde harcı, inşasında katkısı vardır. Okuyan talebelerin üstünde hakkı, yapılmış hizmetlerde emeği, alın teri bulunuyor. Ve cevher olan, yetiştirip mücevhere çevirdiği her biri ayrı bir değer olan hayırlı evlatları…
Vefa güzeldir. En çok da insanoğluna yakışır. Ömrünü Siirt’imizin madden ve manen güzelleşmesine, kalkınmasına, hayrına adamış, hayatını milletimizin ve ümmetimizin iyiliği için harcamış büyüğümüzün adı, bir an önce büyük bir caddeye, parka, okula veya kültür merkezine verilmelidir. Bunu kadirbilir yetkililerimizden beklemek, en tabiî hakkımızdır. Gelecekte “Siirt Tarihi” yazıldığında en başlarda hayırla anılacak iki üç isimden biri, inanıyorum ki Hacı Osman Kıngır olacaktır. Ruh dünyamızın sözcüsü büyük şair Yahya Kemal Beyatlı, şu ölümsüz mısralarıyla aslında hepimizin hislerine tercüman olmuyor mu: “Evvel giden ahbaba selâm olsun erenler!”
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.