Ramazan BALCI
Zor zamanda konuşmak ya da Hutuvat-ı Sitte
Hür Adam tartışmaları sona erdiğinde elimizde ya bir tarihçe ya da O’na ait bir eser kalmalı. Zaman zaman adından söz edip kendisini okuma fırsatımız olmayan Hutuvat-ı Sitte risalesini biz zaman bir parça sadeleştirmiştim.
İstanbul’un işgal günlerinde divan-ı harp mahkemeleri önüne geleni asıyordu:
"Şimdi sormanın zamanı değil mi. Bu açık cinayetler karşısında alimler, milliyetçiler niye sustular!"
"Konuşmak kolay değildi de ondan. Bu korkuyu şair Yahya Kemal açık yürekle ortaya koymuştu:
'O günlerde vatanperver bir zâta yolda tesadüf ettim, beni tuttu, karşısına aldı, çatık kaşlarla, kıvılcımlı gözlerle baktı, dedi ki: "Gözünün önünde bu kadar insan astılar. Niye sustun?" Dedim ki: "Gözümün önünde astılar da, işte onun için sustum. Çünkü asıl o zaman insanın diz bağları gevşiyor, sesi kısılıyor, bir insanı sehpâda kukla gibi sarkar görünce insan, doğrusu isyan edemiyor. Zâten onların maksatları bir yahut beş insan asmak değil, onları asmakla milyonlarca insanı susturmak değil mi? Hazret-i Âdem'den beri asılanlar karşısında bağırmak cür'etini insanlar kaç defa gös termiş?" (1)
Her şeye rağmen bu nazik günlerde, birilerinin İngilizlerle pazarlıklar yaptığı dönemde, halkı irşad etmek için ölümü göze alanlar vardı. Zor zamanda konuşmak ölümü göze almadan yapılamazdı.
Zor dönemlerde konuşmak, kendisine umut bağlanan önderlerin işidir.
Öte yandan Mütareke İstanbul'unda halkın ve alimlerin fikirlerini, işgalcilerin aleyhine çevirmek son derece önemli bir hizmetti. İşgalcilerin her türlü fitne ve yalanla milletin arasında ikilik çıkarmak, milli mücadeleyi önlemek, imparatorluk başkentinde kendine taraftar kazanmak için çalıştığı günlerde, Bediüzzaman'ın ortaya koyduğu fikirler, milli mücadelenin temel hareket noktalarını ortaya koyması yönüyle de orjinaldir. Üstelik o dönemde onun konuşması toplumun bir çok kesimi için belirleyicidir. İlmi ve kahramanlığı ile herkesin hürmetini kazanmış, Daru'l-Hikmeti İslamiye gibi yüksek bir akademiye üye tayin edilmiştir.
Bediüzzaman, İstanbul halkını ikaz eden küçük risaleye Hutuvatt-ı Sitte adını verir: Türkçe ve Arapça olarak bastırmış, İstanbul'un önemli semtlerinde dağıttırmıştır.
Bir parça hafifleştirilmiş şekliyle şöyle diyordu İmam Nursi:
"Herbir zamanda insanlar arasında şeytanı temsil eden biri vardır. Şimdi beşerde insan suretinde şeytanın vekili olan acımasız zalim, fitne üzerine kurduğu siyasetiyle cihanın her tarafını ateşe atmıştır, vesveseli şüpheler yaymakla âlem-i İslâmı bozmak için insanlarda ve insan cemaatlerindeki çirkin ahlakları ve tabiatlarındaki zararlı madenleri, tertip ettiği propaganda ile işlettiriyor, zayıf damarları buluyor.
Kiminin intikam hırsını, kiminin şöhret ve makam hırsını, kiminin mal sevdasını, kiminin ahmaklığını, kiminin dinsizliğini, hattâ en garibi, kiminin de taassubunu işletip siyasetine vasıta ediyor.
Birinci adımda der veya dedirir:
“Siz kendiniz de dersiniz ki: Musibete müstehak oldunuz. Kader zalim değil, adalet eder. Öyleyse, size karşı muameleme razı olunuz.”
Şu vesveseye karşı demeliyiz: Kader-i İlâhi isyanımız için musibet verir. Ona rıza göstermek, o günahtan tevbe etmek demektir. Sen ey mel’un! günahımız için değil, İslâmiyet’imiz için zulmettin ve ediyorsun. Ona razı olmak veya bilerek bağlanmak Allah saklasın İslâmiyet’ten pişman olmak ve yüz çevirmek demektir.
Evet, Allah bize musibet verir, adalet eder. Çünkü günahlarımızdan, kötülüklerimizden zorla vazgeçirmek ister. O musibete bilerek sebep olan insanlar, zulmeder. Çünkü, farklı niyetle ceza verirler. Nasıl ki şimdi İslâm'ın düşmanı, aynı şeyi bize uyguluyor. Çünkü Müslümanız.
İkinci adımda der ve dedirtir:
“Başka kâfirlere dost olduğunuz gibi bana da dost ve taraftar olunuz. Neden çekiniyorsunuz?”
Şu vesveseye karşı deriz:
Yardım elini kabul etmek ayrıdır. Düşmanın elini öpmek ayrıdır. Bir kâfirin herbir sıfatı kâfir olmak ve küfründen kaynaklanması gerekmediğinden, İslâm’ın eski ve saldırgan bir düşmanını kovmak için, bir kâfir yardım elini uzatsa, kabul etmek İslâmiyet’e hizmettir.
Senin ise, ey şeytanlaşmış kafir, senin küfründen doğan sönmez bir kinle uzattığın düşmanlık elini öpmek değil, dokunmak ta İslâmiyet’e düşmanlık etmek demektir.
Üçüncü adımda der veya dedirtir:
Şimdiye kadar sizi idare edenler fenalık ettiler, karıştırdılar. Öyleyse bana razı olunuz.”
Bu vesveseye karşı deriz:
Ey insan suretine girmiş şeytan! Onların fenalıklarının asıl sebebi de sensin. Âlemi onlara darlaştırdın, hayat damarını kestin, gayr-ı meşru çocuğunu onların arasına karıştırdın. Dinsizliğe sevk ederek dini rüşvet isterdin. Onlara bedel seni kabul etmek, yalnız kirli bir su ile ıslanmış bir elbiseyi domuzun idrarı ile yıkamak demektir. Sen yalnız hayvancasına geçici, sefil bir hayat bize bırakıyorsun, insanca, İslâmca hayatı öldürüyorsun. Biz ise hem insancasına, hem Müslümancasına yaşamak istiyoruz. Senin rağmına yaşayacağız!
Dördüncü adımda der veya dedirtir:
“Sizi idare eden ve bana düşman vaziyetini alanlar-ki Anadolu’daki sergerdeleridir- maksatları başkadır. Niyetleri din ve İslâmiyet değildir.”
Şu vesveseye karşı deriz:
Aracılarda niyetin tesiri azdır. Maksadın hakikatını değiştirmez. Çünkü maksada, sebebin ortaya konması ile ulaşılır. İçindeki niyete bakılmaz.
Meselâ, ben bir define veya su bulmak için bir kuyu kazıyorum. Biri geldi, kendini saklamak veya orada ihtiyacını defetmek için, bana yardım ederek kazdı. Suyun çıkmasına ve define bulunmasına niyeti tesir etmez. Suyun çıkması, fiiline, kazmasına bakar, niyetine bakmaz. Bunun gibi, onlar bizi Kâbe’ye götürüyorlar. Kur’ân’ı yüksek tutmak istiyorlar. Bütün felâketimizin kaynağı olan Avrupa muhabbetine bedel, düşmanlığını esas tutuyorlar. Niyetleri ne olursa olsun, hakiki maksadı değiştiremez.
Beşinci adımda der:
“Halife'nin emri, siyasetimin lehinde çıktı.”
Şu vesveseye karşı deriz:
Bir şahsın kendi arzusu ve özel emri başkadır, ümmet namına kendine emanet edilen Halifelik görevindan kaynaklanan manevi şahsiyetinin iradesi daha başkadır. Bu irade bir akıldan çıkar ve bir kuvvete dayanarak İslâm aleminin yararını takip eder. Bu akıl milletin meclisdir (şûrâ-yı ümmettir) senin vesvesen değil. Dayandığı kuvveti, silahlı ordusu, hür milletidir, senin süngülerin değildir. Milletin yararları ise ülkenin etrafından merkeze bakıp İslâm için en büyük faydayı tercih etmektir. Yoksa, aksine olarak saltanat merkezinden çevreye bakmakla âlem-i İslâmı bu devlete, bu devleti de Anadolu’ya, Anadolu’yu da İstanbul’a, İstanbul’u da Saltanat ailesinin menfeatlarına feda etmeyi, değil Vahdeddin gibi dindar bir zat, hattâ en günahkar bir adam da, yalnız halife ismini taşıdığı için isteyerek tercih etmez. Demek, baskı altındadır. O halde ona itaat, ona itaat etmemekle sağlanır.
Altıncı adımda der ki:
“Bana karşı direnmeniz beyhudedir. Müttefikiniz beraberken yapamadığınız şeyi şimdi nasıl yapacaksınız?”
Şu vesveseye karşı deriz:
En ziyade hile ve fitne kuvvetiyle ayakta duran azametli kuvvetin bizi ümitsizliğe düşürmüyor.
Evvela: Hile ve fitne, perde altında kaldıkça tesir eder. açığa çıkmakla iflâs eder, kuvveti söner. Perde öyle yırtılmış ki, senin yalan, hile ve fitnelerin hezeyana, maskaralığa dönüp sonuçsuz kalıyor. Bu defaki Anadolu’ya karşı …… gibi…
İkincisi: Elde kalan kuvvetinle dert ve dermanda müşterek olan âlem-i İslâmı susturacak, depretmeyecek derecede eskisi gibi bir istibdat altında tutmaya ihtimal versen, şeytana maskara olursun
Üçüncüsü: Madem ki öldürüyorsun. Ölmek iki suretledir:
Birinci suret: Senin ayağına düşmek, teslim olmak suretinde ruhumuzu, vicdanımızı ellerimizle öldürmek, cesedi de güya ruhumuzu öldürdüğümüz için kısas olarak sana vermektir.
İkinci suret: Senin yüzüne tükürmek, gözüne tokat vurmakla ruh ve kalbimizi kurtarmaktır. Ceset de şehit olur. böylece inancımızın faziletine hakaret ettirmemiş, İslâmiyet’in izzetiyle alay ettirmemiş oluruz.
Elhasıl: İslâmiyet’i sevmek, sana düşmanlığı gerektiriyor, Cebrail, şeytan ile barışamaz.
Siyasetimizde en acınacak, en ebleh bir akıl varsa, o da öylelerin aklıdır ki, ... En sefil ve en ahmak kalb, öylelerin kalbidir ki, hayatı onun himayesi altında kabul eder.
Der: “Yaşayınız. Fakat bir tek adam bana hıyânet etse yakarım, yıkarım!”
Şayet bir adam hakka sadakat namına onun kâfirane zulmüne karşı hıyânet etse, Ayasofya’ya iltica etse, milyarlara değer o mukaddes binayı harap eder. Veyahut, bir köyde ona bir hain bulunsa, çoluk çocuğuyla mahvetmeye, veya bir cemaatte ona zarar veren biri varsa cemaati yok etmeye, her vakit kendinde yetki görüyor. Lânet o medeniyete ki, ona o yetkiyi vermiş!
Şeytan gibi alçak hisleri, fena ahlâkları teşvik ve himaye eder, iyi hisleri söndürür. Hem insanî, İslâmî hayatı önlemekle beraber, geçici hayvanî bir hayata sevk eder. Ekseriyeti kazanmak için, imha etmeyi kendine esas program yapmış, Yunan ve Ermeni’yi iki ciğerimize musallat ederek bizi silâhtan arındırıyor İşte onun himayeti, işte hayatımız!
Onun, gösterdiği kin ve düşmanlık harpten kaynaklanma değildir. Harpten olsaydı, mağlup olduktan sonra diğerlerinin düşmanlığı gibi sona ererdi. Hem düşmanın, uzaktan çirkin yüzündeki riyakârane çizgileri güzel zannedilirdi. Yakından görenler, inşaallah bir daha aldanmazlar". (2)
Bediüzzaman'ın bu derece keskin ve kesin tavrı, elbette İstanbul üleması üzerinde etkili oldu. Çünki bu bir kaç sayfalık eser mütareke döneminin en önemli olaylarından biri olmuştu.
DİPNOTLAR:
1-Nihad Sami Banarlı, s. 364
2-Eser ilk defa müstakil olarak elden dağıtılmış, daha sonra Sünûhat,Evkâf ı İslâmiye Matbaası, 1336 Rumî /1338 isimli esere ilave edilmiştir.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.