Habibi Nacar YILMAZ
Gasıbane, sarıkane-3
Üç devir yaşamış ama yıkılmamış, asrımıza yeni bir dil ve yeni bir bakış açısı sunmuş, güçlülere teslim olmadan, dini geçim aracı yapmadan, acı ve hüsranları kucağına alarak, dünyada tek bir dikili taşı dahi olmadan ömür sürmüş, insanları tahkiki imana çağırırken, kendine zulmedenlere beddua dahi etmemiş, hatta onların günahları için bile ağlamış, dertlenmiş, mezarının birkaç talebesi dışında bile bilinmesini istememiş, kendisini hep talebe görüp ömrü boyunca öylece kalmış, dini yeni izah tarzları ile anlatarak, felsefenin kirleriyle bunalan insanların, rahat bir nefes alması için dertlenmiş, kendisinin mesajlarının bile, aklın mihengine vurularak alınmasını tembihlemiş, sözünün bedelini sürgünlerde ve takiplerde ödemiş, asrı hazır ve fen ve felsefesini tahsil etmiş kırk yaşında bir zat; size dese ki 'Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde, dört kelime ile dört kelam öğrendim' siz bu ilana karşı, ilgisiz durabilir misiniz? Bu otuz senenin özetlendiği bu 'kelime ve kelamlar' hangileridir, merak etmez miydiniz?
İşte bizim bir önceki yazımızda ifade ettiğimiz 'sarıkane'likten yani gasp konumundan kurtulmamız, öncelikle bu kelimelerden en az ikisini çok iyi anlamamız ve sindirmemize bağlı.
Evet, şimdi meraktan kurtulmak vakti geldi. On yaşında tahsile başlayan, kırk yaşına geldiğinde otuz yılını özetleyip Mesnevi-i Nuriye'nin 'Katre' bölümünde bize takdim eden zat Said Nursi'dir. Nurları tanıdığımda, ilk okuduğum eser de buydu benim. Hem de köy işlerinin meşakketleri arasında. Sonradan Nur Külliyatını da okuyunca, Mesnevinin her bir kısmında ya da i'leminde bir risalenin şifresinin saklı olduğunu anlayabilmiştim.
Otuz senelik tahsilin ona öğrettiği kelimelerden ikisi, manay-ı harfi ve manayüı ismidir. Mesela bir portakaldan söz ederken; onun özelliklerinden, taşıdığı vitaminlerden, yetiştiği beldelerden bahsedip onun bir 'İhsan-ı İlahi' bir eser olduğundan bahsetmemek, portakala 'manayı ismi' ile bakmak demektir. Böyle bakınca, onun bir inam ve ikram olduğunu göremiyor, ona sanki 'müstakil bir ağa' nazarı ile bakmış oluyoruz. Bu bakış açısı da bizi, nimetin 'Hakiki Sahibi'nden uzaklaştırıp gaflete düşürüyor. Bu gafletle sahiplendiğimiz nimetin de bir nevi gaspçısı konumuna düşmüş oluyoruz.
O portakalın, insana faydalı bir rızık olduğunu düşünmek, şeklinden kokusuna, renginden zengin vitaminine kadar insana göre tanzim edilerek yaratılan bu meyveyi, Rezzak isminin tecellisi ve ikram olarak görmek de 'manayı harfi' ile bir bakıştır. Bundan yola çıkarak şöyle diyelim: Şu kâinata manayı harfi ile, onun yaratıcısı hesabına bakmak lazımdır. Eğer O'nun hesabına bakmazsak, mesela portakalı sahipsiz, yaratıcısız, tek başına, müstakil bir varlık gibi düşünür; yahut ona, ağacın bir eseri gibi bakmak hatasına düşeriz. Eğer O'nun namına bakarsak, bu sefer nimetten hemen o nimeti ikram edene, sanattan o sanatın sahibine, basit, şuursuz sebeplerden de asıl Müessir-i Hakikiye kolayca ulaşmış oluruz. Kur'an-ı Kerim de bin kadar ayetiyle bize, bu bakış açısını kazandırmak için ders vererek, Rabbimizin Kudret sıfatından gelen şu kâinat kitabını, tefekkür ederek okumamızı temin ediyor. Fakat üstünkörlük, ülfet, alışkanlık, inat, kibir gibi kalın perdeler, basiretimizi bulanıklaştırıyor, bu da bizim sanata, nimete müstakil, başıboş, sahipsiz bakmamızı netice veriyor. Bu durum, o zaman da bu nimetlerin sahibine, bir minnettarlık, şükür ve tazimimize engel oluyor. Evvela bu bakış açımızı 'manayı harfiye' çevirip bu nimetlerin 'Sahibi Hakikisini' tanıdıktan sonra, bunları O'nun izniyle yemenin, asıl bedeline geçebiliriz.
Bir küçük çekirdeğe sahip olmak için, bütün kainata sahip olmamız gerekirdi değil mi? Eğer bu nimetleri biz, ikram-ı ilahi olarak bedava almasaydık, en küçüğüne bile sahip olup ulaşmamız mümkün değildi. O zaman ağaçlardan bedava aldığımız meyvelerin, hayvanattan bedel ödemeden temin ettiğimiz onlarca nimetin, ta güneşten milyonlarca kilometre uzaktan gelip yolumuzu aydınlatan ışığın ya da atmosferde bizi şefkatli bir anne gibi sarıp açık bulduğu burun veya ağzımızdan girerek bizi, çok sevdiğimiz hayata bağlayan havanın 'Sahibi Hakikisi', bu bedava, kıymettar nimetlere bedel bizden ne istiyor? İşin can alıcı noktası buydu işte.
Trabzon'da bir akşam vakti pazar yerinden geçerken, el arabasında meyveler satan bir arkadaşa, 'Bu bedava meyvelerin kilo fiyatı kaç lira?' diye sormuştum. Arkadaş, ince espriyi anlayamağından ya da devamını dinlemediğinden olacak ki "Bunlar bedava değil" demişti. Halbuki ben, ağaçlardan, bedava aldığımız meyvelerin fiyatını sormuştum. Manavlara uğradığımda da aynı soruyu, bir ibret için hep sorarım. O arkadaşa yine sordum "Bunların asıl sahibi kim?" Yine anlayamadı ve elbette ki 'ben' dedi. Peki dedim, "Sattığın bir elma için, güneş, dünya, su ve bir sürü element lazım, bunlar senin mi?" Değil, dedi. O zaman bunlar senin olmadığına göre, bu elmaların da hakiki sahibi sen değilsin. O zaman kimdir bunların hakiki sahibi deyince, "Güneşin, havanın, suyun sahibi kimse odur" demiş ve helalleşmiştik.
Şimdi sıra bedel ödemeye geldi. Acaba, bu nimetlerin 'Hakiki Sahibi' bu hediyeyi rahmet ve mu'cize-i kudret olan bu nimetlerin karşılığında bizden ne istiyor? Yapılması çok basit, üç şey istiyor. Başta Bismillah, sonunda Elhamdülillah, yerken de bunların birer hediye ve Kudret mucizesi olduğunu düşünmemizi ve bütün bunları özetleyerek müşahhas hale getiren namaz istiyor. Bir padişahın hediyesini getiren adamın ayağını öpmek ve asıl hediye sahibini tanımamak ahmaklığına düşmemek için daim zikrimiz bunlar olmalı değil mi?
Evet dostlar, külli nimetlere karşı külli şükrümüzü layıkıyla yapabiliyor muyuz acaba?
Yazarın görüntülü sohbetleri: https://www.youtube.com/channel/UClcxDfhJE-MJhh_KbhrKqfQ
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.