Habibi Nacar YILMAZ
İlim Yayma Sohbetleri (İnsan Nedir?)
Bir önceki yazımızda, Trabzon İlim Yayma Cemiyetine bağlı öğrenci yurdundaki konuşmalarımızdan bahsetmiş; öğrenci kardeşlerimizle yaptığımız dört haftalık "İnsan nedir?" sohbetlerinden örnekler vermiştik. Bu yazımızda da 23. Söz merkezli olan sohbetimizi aktarmaya devam ediyoruz.
Aslında bu sohbetler bir tefekkür ameliyesi sayılmalıdır. Öyle ya, her çeşidi ile tefekkür, insan olmanın bir neticesi; hatta birçok yönüyle insanlığın kendisi değil midir? Zira, akıl ve ona takılan şuuru, Allah sadece insana vermiştir. Aklını kullanmak ise, insanı aktif bir inşaya götürür. Onu sürekli ayık ve uyanık tutar. Kendini, âlemdeki konumunu, faniliğini, insanî var olmanın ona yüklediği ağır mesuliyeti insana hatırlatır. İnsan akletmeye, tefekküre başlayınca, hiçlik derelerinde yuvarlanan, aciz, çaresiz bir mahluk iken; melekleri de geri bırakarak "sahib-i mertebe-yi hilafet-i arziye" olduğunu anlar önce.
"Hilafet-i arziye" ne muazzam ve mübârek bir rütbe değil mi? Kâinatın Mâliki, sana zeminde kendi adına tasarruf hakkını, yetkisini vermiş. İstediğini, elini uzatıp alabiliyor, istediğini kesip hizmet ve tesbihatına son verebiliyor, istediğine binip istediğine de yük taşıtabiliyorsunuz. Ayrıca size, hediyeten takılan cihazları, O'nun izni ve rızası dairesinde kullandığınızda da özel taltiflere mazhar oluyor; ahsen-i takvim kıymetiyle hadsiz derecede yükselebiliyorsunuz.
Teftiş ve kayıt altında bir halifesin ama. Her şeyin kayıt altında.Bir yeri cumhurbaşkanı ziyaret etse, tüm kamera ve kayıtlar ona yönelir ve onun her bir cümlesi, itinayla yazılır, saklanır değil mi? İşte insan da her bir hareketi,jest ve mimiklerine kadar kayıt altına alınıyor. Ona göre muhasebesi görülüp neticeler hasıl olacak. Ayrıca şu dünyada bir tek sen bulunsaydın, sadece senin için bile böyle bir masraf yapılacak ve şu kâinat sofrası açılacaktı.
Şu kâinat fabrikası, senin şerefine, kerametine kurulmuş.Başta insan sureti, halife-yi zemin rütbesine yükseltilmene kadar da sana ikram edilenler için, bir emek ve mücadele de vermemişsin.İnsan olma nimeti ve bu insaniyete takılan başta ruh ve akıl; göz, kulak, dil gibi paha biçilmez cihazları kendi ilim ve kudretinle kazanmadın. Bunlar sayesinde halife rütbesini aldın ama.
Ayrıca, bu değerli cihazlar, kısa bir ömürde, dünya gibi dar bir yerde, sıkıntılı bir halde çürüyüp tefessüh etmek için de sana verilmemiştir herhalde. Öyle olsa, en büyük zulüm ve israf ve bu kadar değerli cihazlar, hafife alınmış olmaz mı? Hayatı dünyadan ibaret zanneden tek hayatlılar ya da tek kanatlılar, insanı bu eşref-i mahlukat rütbesinden düşürmek, onu büsbütün anlamsız kılmak için çalışıyorlar. Bu şebekeleri, bazen hazin bazen de ibretle dinliyoruz.
İnsanı anlamsız ve gayesiz kılmak için, önce ölümü gözden düşürmek gerekmez mi? Her gün hızlanan ölüm seremonileri, bunu da imkânsız kılıyor. Yeni buldukları; zayıf, vahi ve esassız, tesiri ancak görecekleri ilk mezarlıkta son bulan, ancak felsefî sarhoşluk verdiği için, tesiri az daha uzun "Ben varken, ölüm yok." gibi, bazı sihirli cümleler. Her gün binlerce ölüm ile delinen bu cümle de onları nereye kadar götürebilir ki?
Evet, insan bir misafir-i İlâhidir. Gündüz yeryüzü, gece gökyüzü; ayrıca Ay ve Güneş manzaralı bir uçakta farkında bile olmadan gezdirilen mükellef ve mükerrem bir misafir. Üstelik cennete, hayat-ı ebediyeye layık bir misafir. Bu misafirhanede başka misafirler de var. Ama onlar insan gibi ağırlanmadığı gibi, ruh ve bedenleri sadece kısa dünya hayatına göre donatılmış.Ebedî hayata namzet değiller. Misafirin başkalığını anlamak için, sofralarına bir bakmak yeterli. Devenin sofrasında ot ve diken, koyun ve ineğin sofrasında saman, insanın sofrasında ise bal ve köfte var.Değerlerini sofralarından da anlamak mümkün.
Başka, nedir insan? Muhatab-ı İlâhî seviyesine yükseltilmiş, dikkatli bir seyirci konumuna çekilmiş, sadrı kainatın çekirdeği olan kalple, ağzı lisan-ı natıkla süslenmiş bir "mucize-i kudret ve netice-i hilkat ve acûbe-i sanat" olarak şu dünyaya gönderilmiş. Bütün mahlukat üstünde muhatab-ı İlâhî derecesine yükseltilmek ne muazzam bir lütuf!
Bir müdüre, yöneticiye veya cumhurbaşkanına muhatap olduğunda, derecesine göre bir heyecan ve mutluluğa kapılır; hatta bunu ilan etme ihtiyacı da duyarız bazen. Buna örnek olsun diye, anlatırım bazen. Mesela Fatih Sultan Mehmet bize bir tokat bile atsa, onunla tokat da olsa nispet edilmek, hoşumuza gider. Bu, bir sürûra sebep olur. Bu sürûrun sebebi, şanlı bir padişahla nispet edilmemizdir. Hatta menfi de olsa, birlikte anılmamızdır.
Âyetin ifadesi ile, biz hiçbir şey değilken bizi yoktan yaratan Cenab-ı Allah, bir de bizi kendisine muhatap alıyor ve bizi peygamberlerle taltif ediyor. Bununla da bırakmıyor, bizi bizden haberdar ediyor. Önce kendimizi tanıyoruz, "Benimdir."kelimesini kullanmaya başlıyoruz. Sonra, benimdir, diye sahiplendiğimiz hiçbir şeyin hakiki sahibi olmadığını anlıyoruz. Bütün bunlar "Biz kiminiz, mevcudat kimin?" sualine ve cevabına götürüyor bizi.
Yolda kalıp bu sual ve cevabına ulaşamayanlar da olmuyor değil.Biz bu sualin ve cevabının peşindeyiz.Bunların doğru cevaplarını bulduğumuzda, hakikî insanız. İnsanoğlu "İnsan nedir, biz kimiz ve kiminiz?" suallerinden korktuğu ve kaçtığı ve cevaplarından ürktüğü sürece, felsefî gevezeliklerden kendisini kurtarması zor görünüyor. Felsefî gevezelik "İnsan nedir?"sualine, sonu hayvan ile biten bir sürü cevaplar vermiş. Ama bu cevaplar, ne akıl ne kalp ne de vicdanlarda ma'kes bulabilmiştir.
Kendine filodox ismini takan bir maskaraya, bazen ibret bazen de insan, cennete layık ve aday bir kıymetdeyken, zulmet-i küfür ile kendini cehenneme ehil bir hâle nasıl düşürdüğünü görebilmek için, kulak veriyorum. Maalesef küfür, vasat bir aklın içine nasıl yerleşebiliyor şaşmamak mümkün değil?
Evet dostlar, insanı tanım ve tarife sığdırmak zor. Bu zoru, ancak nur-u Kur'an'la başarmak mümkün. İnsana kısaca Allah'ın kulu ve mucize-i sanatı dediğimizde, onu değerli kılar ve ona bir anlam verebiliriz. O zaman insanın mükerrem ve muhterem bir sanat-ı İlâhî olduğunu anlarız. Yoksa, karanlıklar içinde kalır insan. Karanlıklar içinde kalınca da onun"Kâinatın dikkatli bir seyircisi, şu âlemin anlayışlı bir mütalaacısı, hayretli bir nazırı" ve yüzü ebede doğru aziz bir yolcusu olan ulvî mahiyetini çözemeyiz.İnsan kendini Sanatkâr-ı Zülcelal'ine nispet edebildiği nispette hak yerini bulmuş; kâinatın eşsiz sanatıyla insan, bir yerde buluşmuş olur.
Selam ve dua ile.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.