Sabri ALTUN
Kâinat alkışlarsa
Manzarayı düşünün hele…
Londra yakınlarında bir uçak kazası olmuş 13 kişi ölmüş bir çok kişi yaralanmış ve Türkiye’ye gelen haberde uçağın içinde halkın kendisine kahraman seçtiği devrin başbakanı Adnan Menderes de bulunmaktadır.
Bir an müthiş bir panik yaşanıyor.
“Acaba o da ölüler arasında mı ?” diye.
Derken başbakanın sağ salim kurtulduğunu ve Türkiye’ye döneceğini söylerler.
Tabiî ki bu haber özerine halk canı gibi sevdiği başbakanlarını karşılamaz mı?
Önce kaybettiklerini sanıp sonrada tekrar Allahın verdiği başbakanlarını tarihte emsali görülmemiş bir törenle karşılamaları gerekmektedir.
Nitekim öyle bir tören düzenliyorlar ki İstanbul Yeşilköy hava alanından taksime kadar on binlerce insan yollara düşüp sevinç ve sevgi gösterinde bulunuyorlar.
İşte böyle bir manzara…
Bir siyasetçi için dünyalara bedel bir mükafat değil mi?
Ya hakikat noktasında…
Bediüzzaman menderesin bu haline şöyle der:
“acaba Menderes, bu halden dolayı gururlanıyor mu?
Bu nedir ki?
İmanın hakikatine varmış bir mü’mini, hakikat-ı kâinat alkışlıyor”
* * *
Hakikati kâinat…
Gerçekten nedir bu hakikati kâinat?
İç içe girmiş on sekiz bin âlem mi?
Yer ve gökteki her şey mi?
Arşı ala mı?
Semavat ve arz mı?
Yaratılan tüm mahlûkat mı?
Maddenin en küçük parçasından; atomlardan atom içi parçacıklardan müteşekkil tüm mikro âlemlerden en büyük yıldızlara en büyük galaksilere kadar makro âlemde ki her şey mi?
Resulullah’ın; “7 kat Semavat kürsiye göre çölün ortasına atılmış bir at nalı gibidir. Kürsi de arşa göre çölün ortasına atılmış bir at nalı gibidir” diye tarif ettiği, muazzam büyüklük mü?
Ki bu büyüklük için Bediüzzaman; “iki kutbun arasındaki rakamlara bile sığmayan aklın hayalin alamayacağı genişlik” diye tarif ettiği şey midir?
Maddi âlemlerin ötesinde ilmi ilahide bulunan, göremediğimiz ama hakikat noktasında var olan tüm âlemlerin hepsi mi?
* * *
Bu saydıklarım kısır aklım ve bilgimle bir anda sıraladıklarımdır.
Bilip bilmediğimiz görüp görmediğimiz duyup duymadığımız ama var olan her şey.
Anti parantez şunu belirtelim ki; bu kadar muhteşem büyüklükler ve muhteşem çokluktaki mahlûkatlar yüzyıllar boyu yok farz edildi.
İnsan aklının kavradığı ve gözünün görebildiği objeler dışında hiçbir şeyin var olabileceği kabul edilmedi.
Fert, toplum, devlet, dünya ve kâinat akıl özerine kurulmuş sistemler olarak kabul edildi.
Ve en nihayet insan hafızası hardal tanesi büyüklüğünde bir nesne olarak görülünce Bediüzzaman’ı karşılarında buldular.
“Vücut mertebeleri muhteliftir. Ve vücut âlemleri ayrı ayrıdır. Ayrı ayrı oldukları için, vücutta rüsuhu bulunan bir tabaka-i vücudun bir zerresi, o tabakadan daha hafif bir tabaka-i vücudun bir dağı kadardır ve o dağı istiab eder.” (Mektubat)
Ve devam eder der ki:
“Meselâ, âlem-i şehadetten olan kafadaki hardal kadar kuvve-i hafıza, âlem-i mânâdan bir kütüphane kadar vücudu içine alır.”
Fesuphanallah!
Bu sadece hafızamızdaki bir âlemdir.
Her insanın hafızasındaki âlemleri buna katarsak, biraz daha dikkatli bakıp her insanın genlerine ve her insandaki DNA yapısındaki belki tüm insanlığın genlerinin içinde saklı bulunduğu âlemlerin varlığını görünce…
Ve her bir insanda tüm insanların hepsinin kader programlarının her türlü yaşam ihtimalinin de saklı bulunduğu o âlemleri düşününce…
Bir insanda ve bir insandaki tek bir hücredeki sınırsız âlemleri hesaplayınca…
Sadece mikro âlemin bu kadar büyüklüğü insanı hayretler içinde bırakırken ve her şeyin her bir âlemin ilahi emirlerin dışına asla çıkmadığı hakikatini da düşününce;”hiçbir şey yoktur ki onu tespih edip onu övmesin” ayetinin gözlüğüyle seyredince…
Sanki birazcık “hakikatı kâinatı” anlar gibi oluyoruz.
* * *
Şimdi kendimizi her şeyden tecrit edip, bütün mahlûkatı bütün yaratılanları yukardan görecek bir şekilde her tarafı gören bir nazarla baktığımızı düşünelim.
Evet, her şey tüm ihtişamıyla karşımızda…
Her şey ve her mahlûkata bir görev verilmiş hepsi tam takır görevini yapmakta.
Fakat her şeyin gözü kâinatın kalbi niteliğindeki dünya özerinde…
Nazarlar oraya çevrilmiş orda ki en ufak bir hareket tüm kâinatın dikkatini çekmekte.
Sanki kâinatın varlığı dünyanın varlığı ve özerindeki sakinlerin rahatı için vardır.
Çünkü her hareketi gözlem altında…
İşte dünyada ki küfrü ilzam eden her harekette tüm mahlûkatın yüzünün ekşiteceği kızdıracağı gibi...
Bunun tam aksi ise bütün mahlûkatın alkışını alır.
Yani zikri ilahi ve ilmi imaniyi dinleyen, Bediüzzaman’ın dediği gibi;
“Cenab-ı Hakkın zîşuur çok mahlûkatı vardır ki, hakaik-i imaniyenin istimâından (dinlemesinden) çok zevk alırlar. Sizin o kısım arkadaşınız ve müstemileriniz (dinleyici) çoktur.
“Hem mütefekkirâne o çeşit sohbet-i imaniye, zemin yüzünün bir manevî ziyneti ve medar-ı şerefi dirler”
“semâvât zemine gıpta eder ki, zeminde hâlisen lillâh için, sohbet ve zikir ve tefekkür için, bir-iki adam, bir-iki nefes, yani bir-iki dakika beraber otururlar, kendi Sâni-i Zülcelâlinin çok güzel âsâr-ı rahmetini ve çok hikmetli ve süslü âsâr-ı san'atını birbirine göstererek Sânilerini sevip sevdirirler, düşünüp düşündürürler.” (Barla Lahikası)
* * *
Sonuç itibarıyla; kâinat, mevcudat ve mahlûkat bütün âlemleriyle demek ki “hakikatı kâinatı” teşkil ediyor.
Ve her şey her an zikretmekle meşguldür.
İman hakikatına varmış bir insana tüm her şey ayniyet duygusuyla kendi safında gördüğü için, yapacağımız ve yaptığımız her bir ibadet anında, eğer manevi bir kulağımız olsa büyük bir alkış tufanını duyacağız.
Ve bu alkış dünyadaki hiçbir törenin alkışına benzemez…
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.