Dursun SİVRİ
Mayınlı alan 'Kişisel Gelişim'e dair
Nasihat sayılabilecek anlam ihtiva eden düşünceleri yazmak ne kadar zor bir şey.
“Büyük lokma ye büyük konuşma” denilmiş yaşanan tecrübeler sonucu.
Niye denilmiş?
“Söylemlerin eylemlerini teyit etmezse ne desen boş sayılır.”
Başka bir deyimle, “Nefsini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez.”
Emr-i vaki olarak “Böyle böyle yap aksi takdirde akibetin şöyle şöyle olur ha!” kanaati hasıl eden direktifvari yazılanlara karşı okuyan “sen kendine bak” diyeceğini dikkate almak lazım.
Bir husus daha var ki, “emr-i bil mağruf nehy-i anil münker” her inanan insan için öncelikli vazife değil mi?
Diğer taraftan; Sahabeye has olan bir misyon olan “veraset-i nübüvvet” sırrından kaynaklanan tebliğ sorumluluğunda istisna yoktur. Her Müslüman sahip olduğu imkân ve kabiliyet nispetinde sorumludur.
Yazmak yaşamaktır. Yazar Hüseyin Kara ağabeyimizin tabiri ile “Yazmak Özgürlüktür.” Yani özgürlük ikliminden cesaret alarak yazabiliyoruz.
Kendini nasihat makamında görmek riskli bir durum “Kendini salih bilmek, salih olmadığına delil” sayılırsa nasihat meselesinde tereddüt hasıl oluyor.
Denge nasıl kurulabilir?
Paylaşmakla
Bildiklerini, duyduklarını, güzel yaşanmış örnekleri, istifade ettiklerini paylaşmakla denge bulunabilir.
Risale–i Nur’un tesirindeki sırra dikkat çekerken Bediüzzaman, “Risaleleri nefsim için yazdım” diyor.
“Lezzetli üzüm salkımlarının hasiyeti kuru çubuğunda aranmaz, ben o kuru çubuk hükmündeyim” diyor. Hakikatin duyurulmasına sadece vesilelik yönüne dikkat çekiyor. Nazarların şahsına çevrilmesinden kaçınıyor.
“Said yoktur, Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur, Konuşan yalnız hakikattır, hakikat-i imaniyedir” diye yokluğunda vücut bulmuştur.
Bu beyanın evvelinde “İman hizmetini, maddi ve mânevi kemalata, hatta cehennemden kurtulmaklığa alet etmeye“ bile cevaz vermeyen, yokluktan sonra var olabilmenin sırrını anlayabilmek… Nasıl bir şey ola?
Bir de varlığın göstergesi olan “ene” meselesi var. Uzun ve derin bahis.
“Her eser sahibi eserini görmek ve göstermek istemesi” kaidesi ve realitesi kendi varlığının farkına varması ile kendini yoktan var edenin varlığının farkına varması yolunu açıyor.
Vahid-i kıyasi için, cüz’i irade ölçücüğü ile, emanet olarak yüklenen “ene” hassası ile, kendi varlığından asıl var edeni fark etme sırrına erişmek insan olmaktır. İşte kulluk sınavı burada başlıyor.
“Ene” niçin insanın nefsine takılmış?
Bir hikmeti şu olsa gerek;
Nefis, hissetmenin, algılamanın, fark etmenin işlevini yerine getiren bir hususiyettir.
Algı, idrak, farkındalık, şuur, bilinç gibi kelimelerle “ene” nin nefse niçin takıldığını anlayabiliriz. Hissetmek yoksa yaşamak da yoktur. Sorumluluk da…
Nefsin bir de haz özelliği vardır ki, “Hazırdaki acıdan kaçar, hazırdaki lezzete koşar”
Nefis olmazsa hayat emanetini taşımak mümkün olmaz.Nefis hayat yükünün taşıyıcısı enerji kaynağıdır. Aynı zamanda.
Nefis, bir yönüyle de “her kötülüğü emreden” zıt bileşke kuvvet gibidir.
Nefsi kullanmakla nefsin esiri olmak arasında sürüp gider hayat yolculuğu…
Akıl ile nefis ip çekme yarışı halindedir. Nefsin akıl danesi ve teknik teknik direktörü şeytandır.
Aklın referansı Kur’andır. Muallimi ise Peygamberimiz Hz. Muhammed’dir (asm). Akıl ve kalbin gücünü artıran iman ve ibadettir. Nefsin etkisini artıran şeytanın üflemesidir, hazcılıktır. İnsan şeytanın etkisinde kalan nefsin çektiği ipin peşine gitmememsi için antrenman yapması, kondüsyon kazanması lazımdır. Buna nefis terbiyesi, irade gücü denir…
Madem şeytan nefsi taşeron olarak kullanıyor, o halde akıl, kalp, vicdan cephesini güçlendirmek lazım.
İlim tahsili ve talimi. Öğrenmek ve uygulamak. Tekrar eden davranış düşünceye, fiilden fikre, kalıptan kalbe işler. Düşünce yoğunluğu da irade ve fiile tesir eder.
Marifet kesp etmekle marifetullah, muhabbetullah ve lezzet-i ruhaniye sürecini tamamlamak. İnsan-ı kâmil de bu olsa gerek.
İstemek… Ne istediğini bilmek… Kimden ve nasıl isteyeceğini bilmek…
Sürekli sual sormak… Merak etmek. “Merak ilmin hocasıdır.”(Bediüzzaman)
“Ben neciyim? Nereden geldim? Nereye gidiyorum? Vazifem nedir?” sualleri, aynı zamanda hem dua hem merak etmektir.
“İnsanda bir latife var ki, o latife lisanıyla her ne sual ederse-velev fasık da olsa- Cenab-ı Hak o lâtife hürmetine matlubunu verir.(Mesnevi-i Nuriye). “İhtiyac-ı fıtri, ızdırar lisanıyla istemek” istemenin tekniğini bilmektir…
İşte burada sistematik hale getirilmiş ibadetin, evradın, esbaba tevessülün, teknik bilgi ve becerinin kazanılmasının ehemmiyetini rehber-i ekmel, muallim-i ukul, mürebbiyy-i nefis olan sünnet-i seniyeden ders almak… Veya varisleri olan, usta başılarından (âlimlerden) öğrenmek. Bu zamanın ustaların ustabaşısı da Bediüzzaman’dır.
Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm) ise en büyük muallimdir.
Ne demiş? Ne Yapmış? Nasıl Yapmış? Yaşamış uygulamıştır. Uygulamalı eğitimcidir.
“Sünnet-i seniyyenin hiçbir meselesi yoktur ki, altından bir nur bulunmasın.”
Doğru davranış tekrar edince düşünceye düşüncede yoğunlaşınca davranışa tesir eder. Allah muhafaza yanlış davranış da bir iki tekrardan sonra düşünceye dönüşür. “Günah kalbe girip siyahlandıra siyahlandıra ta mahal-i iman olan kalbe tesir eder”(Lem’alar) ikazı önemsenmeli.
İrade gücünü artırmak için karar kaslarını geliştirmek lazımdır. Zihin faaliyetlerini daimi canlı tutmak gerekir. Vasıtası okumak okumak okumaktır. Beyin merak ettiği zaman zihinsel faaliyetler artar. Beyin hücreleri nöronlar arasındaki bağlantı sayısı çoğalır. Beyin ve zekâ kapasitesi yükselir. Karar kasları gelişir. Ne kadar aklın süzgecinden kalbin onayından geçmiş karar olursa irade gücü de o nispette güç kazanır.
Bilindiği üzere düşünmeyen karar almayan insanlar etken değil edilgendir. Özne değil nesnedirler. Suyun akıntısına kapılmış yaprak gibidir. Akıldan çok his, heva ve nefis o tür insanlarda hükmünü kolay icra eder.
Karar; aklın algısı, vicdanın ölçüsü, kalbin onaylaması, kalıbın(bedenin) uygulaması ile anlam kazanır.
Pozitif taraf irade gücü, negatif taraf nefsi emarenin etkisinin üstesinden gelebilmesi için “Teceddüt ile tekrar edilen ibadet” ile ahkâm-ı ilahiye kalplerde yerleşmesiyle elde edilebilir. (İşaratul İ’caz)
Çok itirazlara neden olan, bazılarınca enaniyeti güçlendirdiği iddia edilen kişisel gelişimden bunları anlıyoruz.
“Vücudunda ademi ademinde vücudu” sırrına erişebilmek olarak telakki edilmeli.
İman-I Billah, Marifetullah, İbatedullah, Muhabbetullah ve Lezzet-i Ruhaniye” sürecinin helezonik yükselişini insan-ı kâmil yolu olarak bilinmeli…
Dolayısıyla kavramlara yüklenen anlam önem kazanıyor.
İnsan-ı Kâmil (=)Eşittir Kişisel Gelişim olarak anlaşılmasında ne sakınca var?
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.