Serdar BİLGİN

Serdar BİLGİN

Risale-i Nur’da ‘Nefis’ kavramı

Arapça kökenli bir kelime olan nefis;  Osmanlıca Sözlükte “can, kendi, öz, zat, özellikle maddî arzuların kaynağı olup sınır tanımayan bir duygu” ; Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlüğünde ise “öz varlık, kişilik, insanın yeme içme vb. gereksinimlerinin bütünü” olarak tanımlanır.

Risale-i Nur’da nefis, ilâhî bir latifedir ve iki vecihte değerlendirilir. Birinci vecih dünyaya bakar, insanı şerre yönlendirir. İkinci vecih âhirete nazırdır, insanı hayra yönlendirir. Doktorun ya da katilin elinde şekillenen bir bıçak misali, saadet ile felaket arasında bir çizgi çizilir.

Birinci Vecih: Nefs-i emmâre- Nüfus-u emmâre

Risale-i Nur, bu vecihte nefsi kötü (maddi, cismani ve hayvani) vasıfları ile tanımlar. “Düşman istersen nefis yeter.” (Mektubat s:399) der, muvaffak olmaya dönük tavsiye ve telkinlerde bulunur.

Bir zaman sinnen, cismen, rütbeten büyük bir adam bana dedi: "Namaz iyidir. Fakat her gün, her gün beşer defa kılmak çoktur. Bitmediğinden usanç veriyor."

O zâtın o sözünden hayli zaman geçtikten sonra, nefsimi dinledim. İşittim ki, aynı sözleri söylüyor. Ve ona baktım, gördüm ki, tembellik kulağıyla şeytandan aynı dersi alıyor. O vakit anladım: O zat o sözü bütün nüfus-u emmârenin namına söylemiş gibidir veya söylettirilmiştir. O zaman ben dahi dedim: Madem nefsim emmâredir. Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez. (Sözler s:362)

Hayatın iki veçhi vardır. Biri siyah, dünyaya bakar; diğeri şeffaf, âhirete nâzırdır. Nefis, siyah veçhin altına girer, şeffaf veçhe terettüp eden saadet-i ebediyeyi ister. (Mesnevî-i Nuriye s:259) İnsan sarayına bir kapıcı ve it hükmündedir. (Sözler s:433)

Nefis, naks, fakr ve aczden yoğrulmuştur. (Sözler s:481) Sabırsızdır, cehl-i mürekkep içinde, tembellik döşeğinde, gaflet uykusundadır. (Sözler s:362) Tembellik saikasıyla vazife-i ubudiyetini terk ettiğinden, tesettür etmek ister. (Mesnevî-i Nuriye s:108) Kat'î, yakînî burhanlarla deliller dolu olan büyük bir kalede, küçük bir taşta bir zafiyet görünürse, o kaleyi tamamen inkâr eder ve cehaletini ortaya koyar. (Mesnevî-i Nuriye s:110)

Daima kendini beğendirmeye ve sevdirmeye çalışır. Ve kusurunu nefsine almaz, belki avukat gibi kendini müdafaa ve tebrie eyler. (Lem'alar s:469) Kusurunu görmek istemez.(Lem'alar s:160)  Başkalarının kusurlarını görür. Kendini ıslah etmek istemez. Dünya hayatına müştaktır (İman ve Küfür Muvazeneleri s:143-Sözler s:639) Sonsuza kadar yaşayacağını sanır. Lezzete ve menfaatin zevkine meftundur. (Sözler s:481) Kendisine hizmeti ve menfaati olan şeyleri hem sever, hem kıymet verir. Semeresinden istifade gördüğü şeylere abd ve köle olur. (Mesnevî-i Nuriye s:248) Hizmet zamanında geri kaçar. Ücret vaktinde ileri safa hücum eder. (Mesnevî-i Nuriye s:271)   Dünyaya, boğazına ve menfaatine düşkündür. Yemeyi içmeyi sever. (Sözler s:362) Çünkü nefis,  bütün lezzetlerin mahzenidir. (Mesnevî-i Nuriye s:278) Dünyada yaratılmış bütün lezzetler bu mahzende kodlanmıştır. Portakalın tadı bilinir, vişnenin tadı bilinir ve ayırt edilir. O nedenle nefis; vücudun merkezi, menfaatin madenidir. (Mesnevî-i Nuriye s:278) Kendini sever. Eğer zâhirî sevse de samimî sevemez; belki ondaki menfaatini ve lezzetini sever. (Lem'alar s:469)

Devekuşu gibidir. (Mesnevî-i Nuriye s:240) Kafasını dünyaya sokar, etrafını görmez, göremez, dolayısıyla kördür. O körlük vücudunda zerre-miskal kaldıkça, hakikat güneşinin görünmesine mâni bir hicap olur. (Mesnevî-i Nuriye s:110) Kendini serbest ve müstakil ve bizzat mevcut bilir. Ondan, bir nevi rububiyet dâvâ eder; mâbuduna karşı adâvetkârâne bir isyanı taşır. (Sözler s:643-Mektubat s:651) Hükm-ü kadere razı olmaz. (Mesnevî-i Nuriye s:162) Kendisini kader ve sıfât-ı İlâhiyenin tecelliyat dairesinden hariç addeder. Sonra tecelliyata mazhar olanlardan birisinin mevkiinde kendisini farz eder, onda fenâ olur. Sonra, başlar, bazı tevillerle o şeyi de Allah'ın mülkünden, tasarrufundan çıkartır. Kendisinin girmiş olduğu şirk-i hafîye girdirir. Ve şirk-i hafîden aldığı bazı halleri o mâsuma da aksettirir. (Mesnevî-i Nuriye s:239)

İkinci Vecih: Nefs-i levvame- Nefs-i mutmainne

Bu vecihte nefis, bir istihâle makinesi gibidir. Riyazet, mücahede, tezkiye, inkişaf, terakki, terbiye ve ıslah süreçlerinin vuku bulduğu, Fâtır-ı Zülcelâlin kemâl, cemâl, kudret ve rahmetine âyinedarlık yaptığı, nurani ve latif duyguların terakki ve tekemmülüne vesile olduğu manevi bir makine olarak tanımlanır ve nefsin terakki ve tekemmülünde dört adımdan bahsedilir.

Nefsimle mücâdele ettiğim bir zamanda, nefsim kendinde gördüğü nimet-i İlâhiyeyi kendi malı tevehhüm ederek gurura, iftihâra, temeddühe başladı. Ben ona dedim ki: "Bu mülk senin değil, emânettir." O vakit nefis gurur ve iftihârı bıraktı, fakat tembelliğe başladı. "Benim malım olmayana ne bakayım? Zâyi olsun, bana ne?" dedi. Birden gördüm: Bir sinek, elime kondu, emânetullah olan gözünü, yüzünü, kanatlarını güzelce temizlemeye başladı. Bir neferin mîrî silâhını, elbisesini güzelce temizlediği gibi, sinek de temizliyordu. Nefsime dedim: "Bak." Baktı, tam ders aldı. Sinek ise, mağrur ve tembel nefsime hoca ve muallim oldu. (Lem'alar s:423)

Sinek pisliği, tıp cihetiyle zararı yok bir maddedir ki, bazan tatlı bir şuruptur. Fakat sinek, yediği binler muhtelif muzır maddelerin ve mikropların ve semlerin menşei olmakla, sinekler küçücük istihâle ve tasfiye makineleri hükmüne geçmeleri hikmet-i Rabbâniyeden uzak değildir, belki şe'nindendir. Evet, arıdan başka sineklerin bazı tâifeleri var ki, muhtelif ve müteaffin maddeleri yerler, mütemâdiyen pislik yerine katre katre şurup damlatırlar. O semli, müteaffin maddeleri ağaçların yapraklarına yağan kudret helvası gibi tatlı, şifâlı bir şuruba tebdil ederek, bir istihâle makinesi olduklarını ispat ederler. (Lem'alar s:423)

İnsanın açığa çıkarılmayı, keşfedilmeyi bekleyen mükemmel istidatları (bal) ve birinci vecihte de ifade ettiğimiz gibi binler muhtelif muzır duyguların ve semlerin menşei olan bir nefsi (sirke) vardır. Sineklerin, muhtelif ve müteaffin maddelerinin pislik yerine katre katre şifâlı bir şuruba tebdil edilmesi gibi nefis de irade tarafından tebdil edilmek, yoğrulup hamur olmak, sirkeden bala tebdil edilmek için dünyadadır. Bu hikâyede muhatap nefistir ve hikâye, sirkenin bala tebdili üzerine kuruludur.

Atmacanın serçenin istidatlarının inkişafına vesile olması gibi (Sözler s:315) nefis de bu süreçte terakkiye vesile olur, insanın istidatlarını geliştirir ve yaratılış amacının gerçekleşmesini sağlar. Serçe kuşunun istidadı, o taslitle inkişaf eder. (Sözler s:315) Serçeyi serçe yapan atmacadır. Atmaca ölürse serçe de ölür. Mesele atmacanın ölmesi değil serçe kuşunun istidadının o taslitle inkişaf etmesidir. Bu hikâyede inkişaf sürecinde “irade ve nefis” Karagöz ile Hacivat gibi iki karakter olarak karşımıza çıkar.

İnkişafın seviyesini “irade ile nefis” arasındaki mesafe belirler. Nefis, iradeyi yakından bakarsa büyük; uzaktan bakarsa küçük görür. Yakından bakarsa “irade ile nefis” arasındaki mesafe de yakın olur.

Arkadaş! Nefiste öyle dehşetli bir nokta ve açılmaz bir ukde var ki, zıtları birbirinden tevlid eder. Ve aleyhte olan her bir şeyi lehte zanneder. Meselâ, güneşin eli sana yetişir, ziyasıyla başını okşar. Fakat, senin elin ona yetişemez. Ve senin keyfin üzerine hareket etmez. Demek, şemsin sana karşı iki ciheti vardır: biri kurb, diğeri bu'd. Eğer senin ondan baîd olduğun cihetle "O bana tesir edemez" ve onun sana karîb olduğu cihetle "Ona tesir edebilirim" desen, cehlini ilân etmiş olursun. (Mesnevî-i Nuriye s:104)

Kezâlik, Hâlık ile nefis arasında da bir kurb ve bu'd vardır. Kurb Hâlıkındır, bu'd nefsindir. Eğer nefis uzaklığı cihetiyle enâniyet ile Hâlıka bakıp "Bana tesir edemez" diye bir ahmaklıkta bulunursa, dalâlete düşer. Ve keza, nefis mükâfatı gördüğü zaman "Keşke ben de öyle yapaydım, böyle olaydım" der. Mücâzâtın şiddetini de gördüğü vakit, teâmî ve inkâr ile kendisini tesellî eder. (Mesnevî-i Nuriye s:104)

Yıldız böceğinin ışığına Güneş’in vesile olması gibi (Sözler s:481-İman ve Küfür Muvazeneleri s:122) Hâlık da nefise ışık olur. Bu hikâyede sembolizmin etkisini görürüz ve Hâlık’ın iradeyi;  nefsin de “ben”i temsil ettiğine şahit oluruz.

İradenin başlattığı terakki ve tekemmül Hâlık’ı, insana “ben”den daha yakın hale getirir. İradenin tebdil ettiği nefis, Güneşin uzanan elini görür, ziyası ile bedenini ve yüreğini ısıtır, kafasını aydınlatır. Zulmet, karanlığın derecesi nisbetinde nurun parlaklığını gösterdiği gibi, zıddiyet itibarıyla nefis de Fâtır-ı Zülcelâlin kemâl, cemâl, kudret ve rahmetine âyinedarlık eder. (Sözler s:481)

Nefs-i emmâre, ya levvâmeye veya mutmainneye inkılâp eder. (Mektubat s:461) Bir çekirdek olup toprağa atılan insanın,  dar âlemden çıkıp, geniş hava âlemine girdiğine, Hâlıkından istidat lisanıyla bir ağaç olup kemâle erdiğine şahit oluruz. (İman ve Küfür Muvazeneleri s:106-Sözler s:431) Daimî olan bir Zâtın zikrine devam eyler,  Ondan nurunu alır, Onun cevherine sadef ve zarf olur, kıymet bulur;  Onun nesim-i zikrine beden olur hayat bulur. (Mesnevî-i Nuriye s:241) İnsanın hakiki terakkisi de budur. Hikâyenin kurgusu da budur.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
5 Yorum