Zafer AKGÜL
Karton Bardak
Boş bir bardaktım. Bulunduğum oda soğuktu. Mevsim kıştı. Gün boyu ve soğuk bir gece boyunca yalnızlığı tüm moleküllerimde hissettim. Derdimi anlatacak ve içimi boşaltacak kimsem yoktu. Etrafımdaki bardaklar camdan, ben ise kağıttandım. Karton bardak da derlerdi bana. Biliyordum ki günü gelince buruşturulup çöp kovasını boylayacaktım. Annem geldi aklıma. Annemi ve kardeşlerimi özledim bir an. Bir meşe ağacındandım. Günü gelmiş ağaçtan koparılmış ve bardağa dönüştürülmüştüm. Annem ve kardeşlerim kim bilir hangi kapının, pencerenin veya sehpanın bir parçasında yer almışlardı. Bardak olmaktansa aslında bir kitap olmayı çok isterdim. Kitaplar içinde roman kitabı, romanlar içinde de aşk romanı olmayı çok isterdim. Böylece insanlar beni okuyunca bağrıma gözyaşları düşecekti belki de. Damlayan o gözyaşlarını kana kana emecek, sindirecek ve belki de yeniden bir meşe ağacı olacaktım. Çünkü aşkın gözyaşları, odunu bile diriltirdi.
Zavallı bardak olarak mezara konulacak bir insan gibi çöp variline atılmayı bekliyordum. O sabah odadaki bayan öğretmenler, temizlikten bahsediyor ve benim burada, bu masada ne işimin olduğunu birbirlerine sorup konuşuyorlardı. Arada Bekir diye birinden bahsediyorlardı kızgınca. Bekir dedikleri okulun temizlikçisiydi, işçisiydi. Öğretmenler odasından da sorumlu temizlik elemanıydı. Çöpe atılmanın konuşulduğu bu ortamda Bekir denen adam beni ilgilendirmezdi. Ben, beni bekleyen mukadder akibetimi düşünüyordum. İnsanlar böyleydi, işte. Peki ben? Basit bir karton bardaktım neticede, kullanılıp atılacak olan basit bir bardak. Ben kendi hayatımın öznesi olmalıydım. Nesne olmak beni hiç sarmadı doğrusu.
Müdür denen adam biraz mahcup, biraz muzipçe bir edayla beni masadan alıp çöp kutusuna attı. İçine düştüğüm bu yeni mekan hayli kalabalıktı. Poşetler, çay yaprakları, boş bisküvi ambalajları, peçete parçaları, elma kabukları. Hepsi dün akşamdan kalmaydı. Biraz ötede bir kağıt bardak buruşuk ağzıyla öylecene bana bakıyordu. O da benim gibi kullanılıp atılmıştı. Gözlerinde hüzünlü bir eda, kenarında bir dudak rujunun izi vardı. Belli ki onu bir bayan kullanmış ve çöpe atmıştı.
“Nasılsınız bardak kardeş?” dedim, tanışmak için. Dertleşecek birini bulmuştum galiba.
Derin bir iç geçirdi. Bakışları çöp kutusunun içinde yorgun ve baygınca döndü ve tavana dikili kaldı. Neden sonra ağır ve titrek bir sesle konuştu benimle.
“Ben” dedi “kendimden çok, beni kullanıp da masada unutan bayana acıdım. Önceki gün boş derste çayı yudumlarken pencereden dışarıya bakıyor ve gözleri belli belirsiz bir hüzünle buğulanmış, nemli gözlerindeki yaşları içime dökecekmiş gibi bir bana, bir de ağaçlara bakıyordu. Galiba ayrılık hüznünü yaşıyordu. Çayı değil sanki tüm acılarını yudumluyordu. Dudakları kederle yumulduğu için dudaklarındaki boya, kenarlarıma siniyordu. İnce ve nazik ellerinin titreyen parmaklarıyla yüreğindeki soğukluğu sanki benim içimdeki çayın sıcaklığında ısıtmak ister gibi sımsıkı kavrıyordu. Umutlarına sarılır gibi. Kağıttan bardak olduğumu bir an unutmuş olacaktı ki neredeyse içimdeki çay dışarıya taşacaktı
Ben onun acısıyla daha da büzüştüm, buruş buruş oldum. Ama o bunun farkında değildi. Dilim olsaydı da teselli verebilseydim o an.
İçimdeki buharı tükenmiş ılık çaydan son yudumlarını alırken dudaklarından dökülen bir şarkıyı mırıldanmaya başladı çok uzaklara doğru dalan gözleriyle.
“Bırakma ellerimi bırakma yalnız beni. Son defa seyredeyim. O yaşlı gözlerini.
Artık bülbül ötmüyor. Gül dolu penceremde. Yalnız hatıran kaldı. Ah, boş kalan çerçevede.”
Hem cinsimin bu sözleri üzerine dışım gibi içim de buruldu ve burkuldu. Bir kağıt-bir karton bardak olarak gösterdiği diğergamlığı -biz bardaklar şöyle dursun- insanlar birbirlerine gösterebiliyorlar mıydı acaba? Bir ağaçtan başlayıp kağıt bardak oluncaya kadarki sürecimde hemen hiç şahit olmadım insanlar arasındaki bu empatiye. Onlar da kalabalık içinde yalnızlığa mahkum etmişlerdi kendilerini. Evlerinde, okullarında, fabrikalarında, iş merkezlerinde, toplu taşıma araçlarında kimse kimseyi görmüyor, kimse kimseyle ilgilenmiyor, kimse kimseyle hemhal olmuyordu. Ellerindeki telefonlara dalıp öte dünyalarda yaşıyorlardı sanki. Aynı apartmanda kapı komşusu olanlar bile birbirlerinin farkında değildi. Ne yiyip içtiğinden, nereden gelip nasıl yaşadığından habersiz ruhsuz robotlar gibi evlerine girip çıkıyorlardı.”
Dolu çöp kutusunun üst tarafında yer alıyordum. Odanın penceresinden dışarıya baktım. İç sancısı gibi ince bir yağmur yağıyordu. Bir anne şefkatiyle yer yüzündeki her şeyi, okşuyordu. Belli belirsiz bir nağmesiyle mahzun gönüllere teselli veriyordu. Okul bahçesindeki ağaçların köklerine doğru süzülen bu yağmur, hepsinin köklerine süzülüp ağaçtan bir dal olacaktı. O ağaçtan gelecekte yapılacak karton bardak, kim bilir hangi insanın dudaklarına değecekti. Bu defa hangi hikayeleri dinleyecekti kim bilir.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.