Nurettin HUYUT
Bediüzzaman’ı tanımak onu bilmekten ayrıdır
Zaman yazarları arasında geçen Bediüzzaman’ı tanıyorsun/tanımıyorsun diyaloğu, Bediüzzaman’ı sevenler için bir uyarı niteliği taşıyor aslında…
Hemen şu soruyu akla getiriyor. Tanıdıklarını iddia edenler acaba gerçekten onu hakiki anlamda tanıyorlar mı?
Bu soruya acizane kendi karihamla cevap verecek kadar ilmi derinliğe sahip değilim. O nedenle yine Bediüzzaman hazretlerinin fikirlerine müracaatla cevap vermek durumundayım.
Şöyle buyuruyor o aziz Üstad.
“Meselâ, bedevî, vahşî bir adam hiç padişahı görmemiş, saltanat haşmetini bilmiyor. Bir köyde bir ağayı nasıl tasavvur eder, o mahdut fikriyle, bir padişahı ondan büyükçe bir ağa kadar bilir. Hattâ, bizde sâdedîl bir tâife var ki, eskiden diyorlardı ki, "Padişah, kendi ocağı yanında ve tenceresinin başında pişirdiği bulgur çorbası yanında ne yapıyor; bizim ağamız onu biliyor." Demek onlar, padişahı o kadar dar bir vaziyette ve âdi bir sûrette tahayyül ediyorlar ki, kendi bulgur çorbasını kendi pişiriyor. Âdetâ bir yüzbaşı haşmetinde farz ediyorlar. Şimdi, biri o adamlardan birine dese, "Sen bugün benim için bu işi yapsan, senin bildiğin padişah haşmeti kadar sana bir haşmetlik vereceğim, yani bir yüzbaşı kadar bir rütbe vereceğim;" o söz hakikattir. Çünkü, haşmet-i padişahîden onun dar daire-i fikrine giren, ancak bir yüzbaşılık kadar bir şevkettir.” (Sözler sh. 314)
Bu misalden hareketle evvela nefsimden başlayarak diyebilirim ki, biz Bediüzzaman Hazretlerini o köylünün padişahı tanıdığı kadar dahi tanımıyoruz.
Bediüzzaman’ı bilmek onun hayat hikayesini detaylı bir şekilde öğrenmek demek onu hakiki anlamda tanımak manası taşımaz.
Bizzat kendisi benim “üç şahsiyetim” var diyor.
“İşte bu üç tabaka, benim üç şahsiyetimle alâkadardır: Dost, benim şahsî ve zâtî şahsiyetimle münasebettar olur. Kardeş, abdiyetim ve ubudiyet noktasındaki şahsiyetimle alâkadar olur. Talebe ise, Kur’ân-ı Hakîmin dellâlı cihetinde ve hocalık vazifesindeki şahsiyetimle münasebettardır.” (Mektubat sh. 329)
Şimdi bu yazar arkadaşlar Üstad’ın hangi şahsiyetine bakıyorlar. Dost mu, kardeş mi, talebe mi?
Ali Bulaç dost cihetiyle alakadarsa ve onu sadece o yönüyle tanıyorsa ondan talebenin hürmet ve yaklaşımını beklemek abes olur.
Tanıdığım kadarıyla Ali Ünal bunları biliyor. Ve bunları bildiği halde neden Ali Bulaç’a “kusura bakma sen Bediüzzaman’ı tanımıyorsun” diyor?
Sanırım Ali Bulaç’a kızgın ve kırgın olmasından kaynaklanıyor. Ali Bulaç gibi bir şahsiyetin dost mertebesinde kalmasını kendine yediremiyor olacak ki, böyle bir serzenişte bulunuyor.
Üstad ile birlikte Kur’an-ı Hakimin dellallığını yapmak ve ona talebe olmak keyfiyeti ulaşılması zor bir durumdur. Bu bir mevhibe-i İlahiyedir. Bazen çalışmakla da mümkün olmuyor.
Bu aynı zamanda bir tavziftir. Hizmet-i İmaniye ve Kur’aniyenin bir kerametidir. Kur’an şakirtlerini o hizmete sevketmek, yine Allah’ın lutfu ve Kur’an-ın bir ikramıdır.
Bu durum kişinin makamına mevkisine bakmaz, zeka seviyesine ve ilmi derinliğine de bakmaz. Bakarsın bir köylü bu lutfa mazhar olmuş en başta yer alıyor. Veya bir çoban safların en önünde ve birinci sırada kendine ayrılan yere kurulmuş. Bir komutan, bir profesör yahut da bir esnaf, bir ayakkabı tamircisi birlikte ve beraber dellalı Kur’an ile omuz omuza vermiş insanları istikbal ediyor.
Evet, sade bir köylü olan İslam köylü Hafız Ali’nin Üstadı tanımasına yetişmek mümkün mü? Veya bir komutan olan Hulusi Yahyagil’in tanıdığı bir Üstadı tanımak her faniye nasip olur mu?
Bu insanların akrebiyet-i İlahiye cihetiyle hisseleri çok yüksektir.
O nedenle başlığa koyduğum sözü tekrar ediyorum. Bediüzzaman’ı tanımak onu bilmekten ayrıdır.
Olaya bu zaviyeden bakmak lazımdır. Ve “sen iyi tanımıyorsun ben daha iyi tanıyorum” iddialarından da, tartışmalarından da vazgeçmek gerekir diye düşünüyorum.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.