Ahmet Nebil SOYER
Mutlak hakikat ve Peygamberliğin lüzumu
Bediüzzaman, Peygamberin varlığını ilk etapta zorunlu kılmak için yaver-i ekrem örneğini veriyor. Yaver büyük adamların halkla ilişkilerini ayarlayan, yerine göre sadrazam yani başbakan veya genel sekreter anlamına geliyor. Devlet adamları halk ile münasebetlerini böyle bir aracı ile yerine getiriyor. Allah da insanlarla olan kul-Allah ilişkilerini bir peygamber aracılığı ile gerçekleştiriyor. İnsanlardan isteklerini ve insanların taleplerini bu şahıslar gerçekleştiriyor. Yoksa bir padişah halkı ile aracısız konuşamaz, illa bir aracıyı kullanarak istenilenleri yerine getirebilir.
“Hikâyede bir yaver-i Ekremden bahsedilmiş ve denilmiş ki: Kör olmayan herkes onun nişanlarını görmekle anlar ki: O zât, padişahın emriyle hareket eder ve onun has bendesidir.”
Bediüzzaman peygamberin varlığını verdiği hikayede dolaylı anlatmış oluyor.
Varlıklar camit yani cansız ve canlı olarak ikiye ayrılıyor, canlılar da şuurlu ve akıllı olanlar, bir de kendini yönetmenin sırları ile yeryüzüne gelen hayvan ve benzeri canlılar. Mesela bir serçe kuşunun, güvercinin karakteri teşahhusu ona yüklenmiş kendini yönetmenin bütün sırları kafasına yüklenmiş. Yaşaması için gerekli bütün fiilleri bir insan gibi biliyor, kaçıyor, gıdasını elde ediyor, yeri geliyor korumak için kendini insanın canını acıtıyor, ama ona kibar davrandığınızda da o da zerafet ile hareket ediyor. Biz onlara kuş beyinli diyoruz ama eğitimle yıllarca öğretilen insan onun hareketlerini yapamaz. Başka bir alemde tekemmül ettirilmiş sonra yeryüzüne geldiğinde birkaç gün veya haftada tekemmül ettirilmiş, yaşamanın bütün kurallarını biliyor.
Akıl nedir? Bu konuda çok şey söylenmiş, bir kuşun kendini yönetmesi için ona kişiliğinin bütün yönlerini ve kendini yönetecek ister akıl deyin ne derseniz deyin kendini yönetiyor. İnsana akıl kendini yönetmek için verilmiş. Bir kapasite yüklenmiş insana. İnsan kendini yönetiyor yönetmesine de kendini yöneten insanın evrenin yönetimine dikkat etmemesi mümkün mü? İnsanların farklı akılları gözleri önündeki güneş sisteminin dünyanın güneşin yerinde ve kararında hareket etmesini görmemeleri imkansız.
Kendini yöneten insanın, evrenin nasıl yönetildiğini düşünmesi akılsızlık mı? İlkçağ filozoflarından birçoğu bunu düşünmüş. Mutluluk günlük hayatın basit zevklerinin üstüne çıkıp bu kaotik kainatın nasıl yönetildiğini düşünmek. Yanlış yapmışlar ama illa da nasıl yönetildiğini kimin yönettiğini düşünmeleri akıllarının gereği. Araştıran yanlış da yapsa araştırma yapmak istemesi ve yapması takdir edilmesi gereken bir tutum.
Descartes “Düşünüyorum o halde varım” diyor ama neyi düşündüğü daha önemli. Bediüzzaman akla kapı açmak derken aklın illa da bir takım kapılarla hakikate gidebileceğini söylüyor. Mutlak hakikat büyük bir külliye, Bediüzzaman mutlak hakikatin çözümlenmesi konusunda büyük emek ve gayret sarfetmiş. Allah’ın varlığı, kainatın rububiyet faaliyeti, nasıl koca kainatı yönetiyor birbiri içinde sayısız eşya nesne ve canlıyı? Sonra Meleklerin varlığı mutlak hakikatin bir köşesi, semavatın varlığı bir köşesi, mutlak hakikatin asırlarca çözülmesi en zor şubesi öldükten sonra dirilme hakikati. “Çürümüş kemikleri kim diriltecek“ derken münkir bu mutlak hakikatin önündeki acizliğini ifade ediyor. Bediüzzaman’ın Haşir bahsi mutlak hakikatin en harika ve anlaşılır şekilde çözülmesini ifade ediyor. Bediüzzaman mutlak hakikatin bir matematik problemi gibi çözülmesini örgütlemiş ve eserlerinde bunu anlatmış. Haşrin mantığı bir çok bilinmeyenli matematik problem gibi, hakikatler, işaretler, kapılar hep mutlak hakikatin etrafında döner.
Birçok filozof da aklın yetersizliğini görmüş. Filozofların yetersizlikleri hilkat ve yaratılış konusundaki fikirlerinde görülmektedir. Hegel yaratılışın bir geometrisi olmadığını söylüyor, kaos diyor. Halbuki herşey düzen içinde birbiri ile münasebet kurarak çalışıyor. Büyük düzenin için bir iki istisna olsa düzen yıkılır.
Sanatçılar ve şairler de böyle diyor. Hamit, ”Ne alemdir bu alem aklı fikri bikarar eyler” diyor. Şairler bile mesela Orhan Veli yaratılışın güzelliğinin insanı deli edeceğini söylüyor. Daha yukarı çıkmıyor ama o da güzellikten şaşkın. Necip Fazıl aklı küçücük olarak yorumluyor.
Ziya paşa, ”subhanemen tahayyare fi sunuhil ukul /akıllar bu hilkat karşısında hayrettedirler. Subhanemen bi kudretihi yacüzül fuhul /büyük zekalar yani fuhul bile Allah’ın kudretinin karşısında acizdirler” diyor.
Yine;
“İdrak-i maali bu küçük akla gerekmez
Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez” diyor. Yani akıl terazisi mutlak varlık ve mutlak yönetimi anlamaz o akıl terazisi bunu çözümleyemez.
Büyük zekalar bile aklın yetersizliğini ortaya koyduğuna göre, bugünün insanı dünyevi hazlar ve işlerin içinde aklının bu meselelerde zaten kullanamaz. Peygamberimiz (asm) de varlığın sırrının düşüncesinde değil Allah’ın açacağı bir kapı ile ortaya konabileceğini tavren ortaya koyuyor. Hira’da kendini beklemeye alıyor. Uzun süre talep ve beklemek sonrasında Cebrail anahtarı getiriyor ve varlığın sırrı o büyük açılışla ortaya konmaya başlıyor.
Bediüzzaman bir akıl terbiyecisi, aklı kirlerden, paslardan arındırdıktan sonra ancak mutlak hakikatin şubelerini anlayacağını ortaya koyuyor. Akla bu tür meselelerde mukayyed akıl diyor, yani çeşitli kayıtlarla kıskaca alınmış. Bütün hayatı aklı bu kayıtlardan kurtarıp mutlak hakikati şubeleriyle birlikte insanın anlaması için geçmiş. Aslında o bir akıl terbiyecisi. Bu yüzden filozofların aczini “hakikat-ı mutlaka mukayyed enzar ile ihata edilmez“ diyor. Allah ve altı erkan ancak terbiye edilen bir akılla anlaşılır, insanın onu bağlayan kayıtlardan kurtulması gerekir. Bir büyük okul açmış ama olay o kadar toplumsal algı ile realite arasındaki uyumsuzluktan dolayı basit yorumlanıyor, telakkiler ona ulaşamıyor.
Bir gün ahirete inanmayan bir insan gelir Mehmet Kırkıncı Hoca’nın yanına, rütbeli bir insandır. Ahireti yıllarca aklı almamış hatta inkar etmiş, bir çok muakele ve mütalaadan sonra ahireti aklı alınca şaşırmış ve “Hocam benim arkadaşlarım benim şu anda hissetiğimi hissetseler, elimden alırlar bu mutluluğu, çünkü onlar da aynı durumdalar“ der. Toprağa girdiği anda daha mükemmel bir dünyaya göz açmak, ana rahminden bu dünyaya göz açmaya benziyor. Binlerce tohum toprağın altından dünyaya göz açıyor, neden en büyük varlık başka bir aleme göz açmasın.
Varlığın idaresi mutlak hakikat Ayet’ül Kübra’da yine mutlak hakikatin otuz üç duraklı bir keşif seyahati. Kristof Kolomb nasıl Amerika’yı keşfetmişse Bediüzzaman da mutlak hakikatin kristof kolombu.
İstanbul’da bir özel kuruluşta çalışan yeğenim örgütün mensuplarının nasıl mukaddes mesail ile alay ettiğini anlatıyor. Kur’an’ın hakikati insanlara varmıyor, ehad, samet, lemyelid, velemyuled nedir izah edilmesi gerekir. İhlas suresi mutlak hakikati Allah’ın bizzat kendinin tarif etmesidir ama bize nasıl ulaşmalı? Diyanet gel bu mutlak hakikati anlat. Klasik din öğretisi bütün bunların karşısında ne kadar yetersiz. Bediüzzaman bunu anlamış, ama gel gör ki hala anlaşılamadı bu büyük insan. Büyüklerimiz millet bahçesi, otoyol yapadursun ahirete giden yolları tıkanan bir toplum ve ahiret bahçesi tarumar Müslümanlık. Doğunun, güneydoğunun büyük şefleri anlatıcıları İstanbul’da, batıda keyif çatadursun, memleketlerini küfür seli, siyaset buhranı almış götürüyor, nerdesin ey ehli himmet!
Mutlak hakikatin bir önemli şubesi de nübüvvet yani peygamberlik kurumu. Ondan bir adım ötesi kainatın en büyük hakikat öğreticisi fahri kainat, niye fahri kainat çünkü kainat ve insanlar venesneler onun öğretisiyle anlamlarını kazandılar, onun verdiği isimler ile güneş Allah senden razı olsun dedi , bana ahmaklar tapıp durdular sen ise lamba dedin, şems dedin ben oyum işte , tıpkı oyum işte. Bütün kainat fahri kainatın ellerine koştular, bizi yerli yerimize bihakkın koydun dediler. Varlıklar hepsi fonksiyonları için yerli yerinde, bir varlık farklı yerde değil, nasıl onlar yerlerinden kaysa hayat felç olur, aynen öyle de onların yaratılış içindeki anlamları da sabittir, ama hisseilir akledilirse. Kur’an kainatı bihakkın hakkiyle izah ediyor ya. Resullullah asm için de bihakkın fahri kainat denmiyor mu ?Kainat ve nesneler ve canlılar O işte o Nebiyyi Zişan gelmeden önce doğmamışlardı, varlığın rahminde o tarafa bu tarafa çarpıp duruyordular, O geldi bu isimsiz bocalayan nesne ve canlılara isim verdi, birden yeni doğan çocuğa verilen isim gibi mutlu oldu kainat. Nesebi gayri sahih nesneler birden sahih nesneler oldular.
İşte o yaver-i Ekrem, Resul-i Ekrem'dir (Aleyhissalâtü Vesselâm).
Karanlık bir odaya giriyorsun, hiçbir şey görünmüyor, elini lambayı yakmaya uzatınca birden herşeyin yerli yerinde olduğunu görüyorsun, işte peygamberin talebi ile gelen Cebrail de o büyük ışık da tıpkı bir oda ya benzeyen kainatı aydınlatıyor, herşeyin anlamını ortaya koyuyor.Bu yüzden Bediüzzaman ışığın güneşe lüzumu derecesinde uluhiyet de peygamberlere gerek duyar. Vahyin ışığı çağların karanlığına son verir, ve devam eder.
“ Evet şöyle Hikâyede bir yaver-i ekremden bahsedilmiş ve denilmiş ki: Kör olmayan herkes onun nişanlarını görmekle anlar ki: O zât, padişahın emriyle hareket eder ve onun has bendesidir. İşte o yaver-i ekrem, Resul-i Ekrem'dir (Aleyhissalâtü Vesselâm). Evet şöyle müzeyyen bir kâinatın, öyle mukaddes bir Sâni'ine böyle bi Resul-i Ekrem, ışık şemse lüzumu derecesinde elzemdir. Çünki nasıl Güneş, ziya vermeksizin mümkün değildir. Öyle de uluhiyet de, peygamberleri göndermekle kendini göstermeksizin mümkün değildir.” Ne kadar yüksek bir akıl, ışık ile şems , nübüvvetle vahiy arasında ilişki kurmak. Toplumun arka planında haberimiz yok, nasıl anlatalım ki .
Hem hiç mümkün olur mu ki, nihayet kemalde olan bir cemal; gösterici ve tarif edici bir vasıta ile kendini göstermek istemesin? “Peygamberin varlığı estetik bir zorunluktur, en ideal bir güzellik o güzelliğin nasıl olduğunu nasıl vücut bulduğunu anlatan bir aracı ile mümkündür. Bu koca kainat güzelliğin en ideal boyutları ile vücut buldurulmuş.Bu güzelliklerin anlamını ancak güzellikten anlayan bir estetik uzmanı yapabilir o da Allahtır. Allah ben kainatı güzel yarattım ta ki siz de ki siz de ona bakarak daha güzel şeyler yapasınız diye”işte güzelliğin bir yorumu. Her güzel canlı ve nesne bize sen de güzel ol demiyor mu.Çünkü çirkin yok ki . Çirkin bile insana tezat ile güzeli örgütlüyor. Çirkin olma diyor.
“Hem mümkün olur mu ki; gayet cemalde bir kemal-i san'at, onun üzerine enzar-ı dikkati celbeden bir dellâl vasıtasıyla teşhir istemesin?” güzellik felsefesi gibi sanat felsefesi de peygamberi zorunlu kılar. Kemali sanat yani tam eksiksiz yetkin bir sanat eseri bir aracı vasıtasıyla insanlara anlatılır, müzelerde , güzel sanatlar sergilerinde hep aracılar vardır, onlar eserlerin sanat eserlerinin uzmadırlar ve insanlara anlatırlar, kainat bir güzel sanatlar sergisidir, bu sanat eserlerinin değerini bir büyük sanat felsefecisi Allah’ın sanatlarının kıymetini bilen aracı insanlara anlatabilir. Ne kadar modern diyebileceğimiz bir muhit ile peygamberin varlığını anlatıyor.Peygamberimizin güzellikler karşısında takındığı tavrı anlamak görmek için iyi bir hadis taraması yapmak lazım.Mesela gülü öpüp sen Allah’ın şevketisin demesi gibi.
‘Hem hiç mümkün olur mu ki; bir rububiyet-i âmmenin saltanat-ı külliyesi, kesret ve cüz'iyat tabakatında vahdaniyet ve samedaniyetini, zülcenaheyn bir meb'us vasıtasıyla ilânını istemesin! Yani o zât, ubudiyet-i külliye cihetiyle kesret tabakatının dergâh-ı İlahiye elçisi olduğu gibi, kurbiyet ve risalet cihetiyle dergâh-ı İlahînin kesret tabakatına memurudur.”
Rububiyet-i amme , ne demek Allah namazda her gün kulunun kırk defa rab kelimesini tekrarını ister, o Rab kelimesine ve ondan doğan rububiyetin azametli fiiline dikkati çeker insanın da bu fiili düşünmesini ve bunun için secdeye kapanmasını ister. Rab terbiye eden demek, bütün kainatı nesneler, olaylar, canlılar ve insanlar, ikili , üçlü , beşli binli sayısız birbiri ile ilişkileri şaşırmadan yöneten bir ilahın bu fiili bir saltanattır, saltanat sultanlık yapılan öğelerle ölçülür, sayısız canlıyı yönetmek saltanat-ı külliyedir.Namaz bu anlamı düşünmekle anlam kazanır. Böyle umumi bir terbiye faaliyetinin alt öğeleri kesret ve cüziyat tabakasında vahdaniyet ve samedaniyettir.Bunları bir elden terbiye eder, ve kimseye muhtaç olmadan, herkes ona muhtaçken. Bütün bu rububiyete, saltanata , vahdaniyet ve samedaniyetj jnsan kısır görüş ve aklıyla anlayamaz, bunlara dikkat çeken ancak zülcenaheyn bir mebustur.Yani iki yönlü, hem gören hem görünenle aklen ve fiilen ilişki kuran hem de faaliyeti yöneten ile hem kendi hem de insanların ilişkisini kurandır, bir mebustur, yani seçilmiş bir bir mebus mebus gönderilen seçilen anlamındadır, zaten Allah ile insanlar arasındaki bu ilişkileri gören de farklı biri olmalıdır, o da mebustur.
Yukarıdaki bütün bu fiillere dikkat çeken de bu mebustur, kendisi bunlara külli bir ubudiyetle kullukla cevap verir.Kurbiyet o Allah’a yakındır, risalet o Allah’dan insanlara dönük görevlerle gerekeni yapar yani resuldür yaptığı da risalet görevidir.Bu işleri mebus olduğu için yapar bu işlere de memurdur.
“Hem hiç mümkün olur mu ki; acib mu'cizelerle, garib ve kıymetdar şeylerle dolu hazineler sahibi, sarraf bir tarif edici ve vassaf bir teşhir edici vasıtasıyla enzar-ı halka arz ve başlarında izhar etmekle, gizli kemalâtını beyan etmek irade etmesin ve istemesin? “
Ona yakın yönden peygamberlik kurumunun kainata gerekli olduğunu , Allah’ın da peygamber vasıtasıyla insanları yöneteceğini anlatıyor.
Acip mucizeler garip ve kıymettar şeylerle dolu hazineler sahibi. Bu sıfatlar Allah’a ait, Acip ve mucize kelimeleri birbirine benzer, acip anlatılması ve beşer aklının anlaması zor meseleler, mesela insanın ana rahminde inşası acip olarak yorumlanmış ilim bu olayın seyrini anlatıyor başka bir şey yok, mucize de dense yeridir, mucize de insanı acze düşüren demek insanın aczini hissetmediği olay yok ki , bütün varlıklar Allah’ın mucizeleri , bunlar Allah’ın hazinesindeki varlık ve olayların niteliği.Garip kelimesi de önceki iki kelime gibi, yani rastlanmadık olaylar varlıklar için kullanılır, acip , mucize ve garip üçü de birbirine destek veren kelimeler,yani eş anlamlı.Bediüzzaman rastlanmadık eş anlamlı ve zıt anlamlı kelime kullanıcısı. Hazinelerindeki herşey bu özelliklere sahipse bu şahsa sarraf bir tarif edici vassaf bir teşhirci lazımdır. Sarraf hazinelerden ve kıymetli şeylerden anlayan demek, peygamber bu kadar harika şeylerle hazineleri dolu olan Allah’ı anlatan sarraf bir tarif edicidir. Ona gelinceye kadar varlıkların değeri tavazzuh etmemişti, o gelince onları kıymetleri ve vazifelerine göre ifade etti.Kur’an’da insan hayatı için elzem şeyler anlatılır ve değerleri verilir, zeytinden , hurmadan güneşe kadar, bunlar sarraf bir tarif edicinin dilinden insanın düşünce alanına katılmış.
Kelimelere ve kullanım alanlarına hakim bir yazar. Vassaf da özellikleri anlatmasını bilen demek, bir şeyin değerini bilip ona göre anlatan demek, Nasrettin Hoca ineğini satmaya götürür, uzman öyle anlatır ki hoca kendi ineğini satın alır, neyimişte bilmemişim der.Bütün kainattaki herşeyi yerli yerinde vasfeden peygamberimiz.Bunlar aslında onun hayatını çok ayrıntılı bilmeye mütevakkıf konular. Vassaf ve sarraf bütün bunları halkın nazarına açıklamak durumunda, çünkü insan eşya ve nesnelerin değerini bilemez ki bir Peygamber onları anlatır.
Bu olay ve nesnelerin gizli kemalatını ancak onlardan anlayan biri halka anlatabilir.Bütün bunlar örneklerle anlatılsa daha iyi sonuçlar verilir, örnekleme de talebelerine aittir.Bediüzzaman eserlerinde iktisad yasasını uygulamış eğer biraz daha geniş anlatımlar yapsaydı eserleri birkaç kat artardı.Resulullah hayatında karşılaştığı olaylar , insanlar ve diğer canlılar hakkında ne tür beyanlarda bulunmuş, bunlar onun hayatını ayrıntılı , hadislerini ayrıntılı bir şekilde bilmekle mümkündür,
“Hem mümkün olur mu ki; bu kâinatı bütün esmasının kemalâtını ifade eden masnuatla tezyin ederek seyir için garib ve ince san'atlarla süslenilmiş bir saraya benzetsin de, rehber bir muallim tayin etmesin?”
Nübüvvet müessesesinin gereğini bu sefer başka bir şekilde anlatır.Allah bütün isimlerinin varlık ve olaylarnda fiile dönüştürülmesi ile varlıklarda yerindelik ve olgunluk , harikalıklar görünmekte , varlıklar masnuat yani sanatlı varlıklardır, düz varlıklar değildir, isimleri ile sanatlı varlıkları ile süslenen yer yüzü garip , örneksiz ve ince sanatlarla süslenmiş ve bir saraya benzemiştir, insan bu sarayın sakinidir. Ama sarayın nitelikleri ve içindeki sanatlı varlıkların sanattan eserden anlayan bir muallim talim ettirici ile insanlara anlatılması gerekir bu da peygamberdir. Peygamberimiz geceleri gezer yıldızların güzelliğini seyretder, kendisine böyle bir dünya inşa ettiği için Allah’a şükredermiş.Yanında kalan bir çocuktan annesi peygamberimizin neler yaptığını sorar o da anlatırmış.insan Topkapı sarayına gitse elbette bir uzman muallimin tanıtımları ile orasını tanıyabilir.
Allah’ın eşya ve nesnelere yansıyan güzelliği var bunun kaynağı onun zatında güzel olmasıdır, bu hüsn-i zatı terkibiyle anlatılır. Bu zatında güzellikler aynalara yani varlıklara yansır, sanat eseri sanatçının aynası ise varlıklardaki güzellikler de Allah’ın zatının güzelliğinin onlara yansımasıdır, onların ayna olmalarıdır.Cemalinin güzelliği aynalara yansır, yine hüsnünün letaifi de ayinelere yansır,letaif varlığın şeffaf ve nazikliğinden doğan bir durumdur, incedir, narindir varlıkların bir kısmı. Allah zatındaki güzelliğin varlıklara yansımasını görmek ister çünkü her sanatçı sanatını görmek ister, hem kendi görür hem de insanların şuurlu varlıkların onları görmesini ister?
Hem hiç mümkün olur mu ki; nihayet derecede bir hüsn-ü zâtî sahibi, cemalinin mehasinini ve hüsnünün letaifini âyinelerde görmek ve göstermek istemesin! Yani bir habib resul vasıtasıyla ki; hem habibdir, ubudiyetiyle kendini ona sevdirir, âyinedarlık eder. Hem resuldür; onu mahlukatına sevdirir, cemal-i esmasını gösterir.
Hem hiç mümkün olur mu ki; bu kâinatın sahibi, şu kâinatın tahavvülatındaki maksad ve gaye ne olacağını, müş'ir-i tılsım-ı muğlakını, hem mevcudatın "Nereden? Nereye? Necisin?" üç sual-i müşkilin muammasını bir elçi vasıtasıyla açtırmasın!
Yukarıdaki metinde daha hassas bir nübüvvet zorunluğu vardır. Kainat ve mahlukat sürekli değişmektedir, bu değişmenin niçin olduğu merak konusudur. İlimler her biri değişmenin kendi sahalarındaki yerini belirlerler ama niçin değiştiği konusu dinin bahsidir. Değişmenin gayesini bu çok kapalı sırrı ancak peygamberler açabilir, insanlara veya ilgi duyanlara izah eder. Bunu ancak yüksek bir otorite yapabilir o da Peygamberdir.
Diğer bahis de insanlığın ta ilkçağdan beri merak ettiği nereden, nereye , necisin suallarine cevap aramaktır. Latincede quvadis nereye kelimesi de bunu ifade eder, nereye gittiği bilinmese de nereye insanları filozofları meşgul etmiştir.Elbette insanın buraya nereden geldiği burada neci olduğu buradan nereye gideceği önemli bir sorundur.Sanat , din , mitoloji, felsefe bu sorularla çok meşgul olmuştur, sahih bir cevap olmasa da bunları düşünmüştür ileri düzeyde insanlar. Nereden nereye ve necisin’ sorusuna da yine cevap veren peygamberdir.
Hem hiç mümkün olur mu ki; bu güzel masnuat ile kendini zîşuura tanıttıran ve kıymetli nimetler ile kendini sevdiren Sâni’-i Zülcelal; onun mukabilinde zîşuurdan marziyatı ve arzuları ne olduğunu bir elçi vasıtasıyla bildirmesin!
sanatçı kendini tanıttırmak ister,Allah sanatlı yarattıkları ile kendini insanlara tanıttırmak daha sonra da sevdirmek ister. Ancak tanıttıran ve sevdirenin tanıttırma ve sevdirmenin mukabilinde ne isteği önemlidir, insanlara kendini tanıttıran nimetleri ile sevdiren , bunları niçin yaptığını insanlardan ne istediğini bir resul vasıtasıyla onlara bildirir, bu da nübüvvetin hassas bir delilidir.Güzellik ve estetik kaynaklıdır.
Hem hiç mümkün olur mu ki; nev'-i insanı, şuurca kesrete mübtela, istidadca ubudiyet-i külliyeye müheyya suretinde yaratıp, muallim bir rehber vasıtasıyla onları kesretten vahdete yüzlerini çevirmek istemesin!
İnsan şuurca kesrete müpteladır, bugün insanlar o kadar fındık kabuğunu doldurmayan işlerle meşguldür ki anların arasında boğulup gider.insan kendini bir şeye vermeli ilimde de böyledir din de sanatta da , ama onu bunlara yöneltecek gereksiz dağılmalardan kurtaracak bir telkin , öğretim lazımdır, bu da peygamberlerdir. Sonuçsuz işlerden insanı birliğe ve vahdete çevirecek olan yine peygamberdir, bunu herkes kendinde hisseder, din insanların meşguliyetini değerlendirir ve onları elemeyi öğretir insana .vahdete dönünce ancak büyük işler yapabilir insan ,konsantre olmak demek de budur. Herşeyden el çekip bir şeye yönelmek.
Daha bunlar gibi çok vezaif-i nübüvvet var ki, herbiri bir bürhan-ı kat'îdir ki: Uluhiyet, risaletsiz olamaz...
Şimdi acaba âlemde Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'dan -beyan olunan evsaf ve vezaife- daha ehil ve daha câmi' kim zuhur etmiş? Ve rütbe-i risalete ve vazife-i tebliğe ondan daha elyak, daha evfak hiç zaman göstermiş midir? Hâyır, aslâ ve kat'â!. Belki o, bütün resullerin seyyididir, bütün enbiyanın imamıdır, bütün asfiyanın serveridir, bütün mukarrebînin akrebidir, bütün mahlukatın ekmelidir, bütün mürşidlerin sultanıdır. Evet ehl-i tahkikatın ittifakıyla, Şakk-ı Kamer ve parmaklarından su akması gibi bine baliğ mu'cizatından hadd ü hesaba gelmez delail-i nübüvvetinden başka, Kur'an-ı Azîmüşşan gibi bir bahr-i hakaik ve kırk vecihle mu'cize olan mu'cize-i kübra, Güneş gibi risaletini göstermeğe kâfidir.
Başka risalelerde ve bilhâssa Yirmibeşinci Söz'de Kur'anın kırka karib vücuh-u i'cazından bahsettiğimizden burada kısa kesiyoruz.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.