Alaettin TAŞKIN

Alaettin TAŞKIN

Şuhudî İman

İman soyut, kurgusal bir tasavvur değildir. İman -altı rüknü de aynı şekilde- baştan sona görülen, şahit olunan âlemin yorumudur, değerlendirmesidir.

İnsan, kendi var oluşunun ve çevresindeki eşyanın ve tüm âlemin var oluşu üzerinde düşündüğünde kendisine ve bütün şeylere varlık veren kaynağı arıyor. İnsan, kendisinde bulunan özellikleri, duyguları olduğu gibi kullandığında böyle bir sorgulamaya girmek durumundadır. Yani insan, var oluşuna ters düşmeyecek tercihte bulunduğunda kendisini ve eşyayı var eden kaynağı sorgulayacaktır, arayacaktır. Çünkü insanî özellikler açısından var olan bir şeyin var edensiz olması mümkün değildir. Hele hele her an yeniden yeni 'yapılıyor' olan bu kâinatın bir yapansız olması bütün bütün imkansızdır.

Bu öncüller bağlamında düşündüğümüzde imanı, insanın var oluş karşısında kendisiyle çelişmeyecek tercihte bulunması olarak tarif edebiliriz.

İşte, İslâm literatüründe “şuhudî iman ”terkibiyle ifade edilen kavramı, insanın kâinata/var oluşa muhatap olarak bu var oluşun kaynağı olana iman etmesi olarak anlayabiliriz. Yani şuhudî iman demek, var oluşa şahit olunarak kâinatın Yaratıcısına iman etmek demektir.

Şuhudî imanı bu bağlamda ele aldığımızda görüyoruz ki aslında iman kavramı, tanım gereği “şuhudî” olmak durumundadır. Yani iman demek, kâinata şahit olup bu kâinatı var eden mutlak olan bir kaynağın var olduğuna kesin kes bir şekilde emin olmaktır. (Direkt konumuz olmadığı için kâinatı var eden kaynağın mutlak/sonsuz olmasının gerekçelerini burada çalışmıyoruz.) İşte bu iman, şuhudî imandır ve kâinatın şahitliğine bina edildiği için böyle bir iman tanım gereği “şuhudî ”özellik taşır. Yani, kâinata/var oluşa bakıp bunları var eden bir kaynak mutlaka olmalı şeklinde var oluşa muhatap olmayı içermeyen bir inanç, tasavvurdan ibaret bir algı veya bir zihni figür olur. Demek ki imanımızın temellendirilmesinin, gerekçelendirilmesinin ve delillerle inancımızdan emin hâle gelmemizin yolu şuhudî imandır.

Var oluşa muhatap olunarak bu varlıkların ve onların her bir özelliğinin varlık kaynağı kim/ne olabilir diye sorgulama sonucunda ulaşılan sonuçtur şuhudî iman, yani iman. Hz. Ali'den rivayet edilen “Gayb perdesi açılsa imanım ziyadeleşmeyecek.” sözünde kastedilen o yüksek iman, işte bu şuhudî imandır. Yani Hz. Ali, kâinatı/var oluşu tefekkürde öyle bir kesinliğe ulaşmış ki Yaratıcıyı, ahireti, melaikeyi görse bile imanı ziyadeleşmeyecektir, artmayacaktır.

Zaten iman dediğimiz kavramın Yaratıcının zatını görmekle alakası yoktur. Yaratıcıya iman, kâinatı görmekle alakalıdır. Kâinatı görüp, onda görünen özellikleri kendinde bulunan özelliklerle karşılaştırarak bu özelliklerin kaynağının kim olduğu konusunda yapılan sorgulamada kendinle çelişmeyen sonucu tercih etmektir iman.

Gayb perdesi açılsa imanında artma olmayacak olan Hz. Ali'nin imanı, bizler için ulaşılmaz, erişilmez bir zirve değildir. Aksine bu iman; kâinat, var oluş İmam Ali gibi tefekkür edildiğinde ulaşılması bizler için mümkün olan bir şuhudî imandır.

Evet, iman meselesinin Yaratıcıyı görmekle alakası yoktur. Zaten yaratık olan Yaratıcı olanı göremez. Yaratık olmak demek, Yaratıcıyı görememek demektir. Yaratık olanın görebildiği yaratıcı olamaz, yaratık olur. Yaratık olan, varlık mertebesi farklı olduğundan kâinat cinsinden olmayan/mutlak olan Yaratıcıyı göremez. Yaratık olanın görebildiği ancak kâinat cinsinden olanlardır, yaratıklardır.

Örneğin bir ressam, bir resim yapsa ve biz bu resmin bir parçasının şuurlu olduğunu farz etsek, bu şuurlu parça ressamı görebilir mi? Göremez. Çünkü ressamı görmesi için ressamın varlık düzeyinde olması gerekir ki bu da mümkün değildir. Zira resim ile ressamın varlık düzeyleri farklı olduğundan resmin parçası ressamı göremez. Ancak resmin bu şuurlu parçası, kendisine ve diğer parçalara bakarak bu resmi yapan bir ressamın var olduğuna emin olur.

İşte, iman meselesi de böyledir. Yaratıcı ile yaratıkların varlık düzeyi farklı olduğu için bir yaratık, Yaratıcıyı hiçbir zaman göremez. Görmesi için yaratık olmaması gerekir. Böyle bir şey de olamaz.

Üstelik şunu da belirtelim ki faraza bir kişi Yaratıcıyı görse bile imanında değişme olmaz. Yaratıcıyı görmekle imanda bir şey değişmez. İman, kâinatın yaratıcısına iman olduğundan ancak kâinatı 'görmekle' değişir, ziyadeleşir. Yani, ressamın ‘ressam’ olduğunu anlamak için kendisini görmeye gerek yok. Kendisini görsek bile bunun, onun ressamlığına olan imanımızla alakası yoktur. Ancak resmi incelemekle -ressamı hiç görmesek bile- ressamın varlığından, yani resmin yapıcısı olduğundan kesin kes bir şekilde emin olabiliriz. Hem de öyle bir emin olabiliriz ki ressam çıkıp gelse tuvalin karşısına geçip resim yapmaya başlasa bile yine bizim onun ressam olduğuna dair olan inancımızda bir değişiklik, bir ziyadeleşme olmaz. Çünkü biz zaten resme bakarak ressamın varlığından ve özelliklerinin varlığından kesin kes bir şekilde emin olmuşuz.

İman meselesini çalışırken şunu da dikkate almamız gerekiyor ki iman bilgi değildir. İman, bilgi cinsinden değildir. Yani bir Allah var ‘bilgisini' duymak/öğrenmek iman değildir. Yukarıda da vurguladığımız gibi iman, kâinata şahit olmanın sonucudur. Mesela Mimar Sinan'ın komşusu onun eserini incelemeyip evine gidip zatını ziyaret etsin. Ve bilgi olarak duysun/öğrensin ki Selimiye Camiini Sinan yaptı. İşte, bu komşunun Mimar Sinan’ın ‘mimarlığını', Selimiye Camiinde incelemeden, görmeden Selimiye Camiini Mimar Sinan yaptı bilgisi iman değil, bilgidir. İman ise bilgi cinsinden değildir. Mimar Sinan'ın 'mimarlığına' iman etmek/şahit olmak için zatını görmeye değil, Selimiye’yi görmeye ihtiyaç var.

İman kavramını şuhudî iman temelinde anladığımızda Yaratıcıyı özellikleriyle tanımak da mümkün olur. Yoksa Yaratıcının varlığının bilgisinin kültürden bize ulaşması ezberden fazla bir şey olmadığı gibi Yaratıcının özelliklerinin bilgisini duymamız, Yaratıcıyı o özellikleriyle tanıdığımız ve o özelliklerle Yaratıcı ile ilişkiye geçtiğimiz anlamına gelmez.

Kâinatın şahitliğiyle Yaratıcının varlığından emin olunup ona iman edildiği gibi kâinatta görünen özellikleri insan kendisinde bulunan özellikler ile tarif eder ve bu özelliklerin kaynağını sorgular. Böylece kâinatta görünen her bir özelliğin kaynağının (Esma-i İlahiye) her şeyin varlık kaynağı olan Yaratıcı olduğu sonucuna ulaşır. Böylece var oluşta gözlemlediği özellikler ile Yaratıcının özelliklerini tanır ve kendinde bulunan duygular, özellikler ile kâinatta görünen özellikleri bir harmoni hâlinde örtüştürmekle kâinatta görünen özellikleriyle Yaratıcı ile ilişkiye ve iletişime geçer. Hem de kendinde bulunan duygular ve özellikleri Yaratıcının özelliklerinin bir yansımasına bağlayarak tanımlayıp değerlendirir. Böylece hep ubudiyet hâlinde olur. Yani, hep ibadet eder.

*Bu yazı, hamim.org sitesinde 12-09-2017 tarihinde yapılan Mesnevî-i Nuriye, Zühre 2. dersin özeti olarak hazırlanmıştır. İlgili derse şu linkten ulaşılabilir: https://ha-mim.org/kayitlar

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.