Misafir Kalem
Sünnetsiz ilahiyatçılar!
"Şunu iyi biliniz ki bana Kur'an-ı Kerim ile birlikte onun bir benzeri de verilmiştir. Dikkatli olun koltuğuna kurulan tok bir adamın size: 'Sadece şu Kur'an lazımdır, onda bulduğunuz helali helal, haramı da haram kabul ediniz yeter.' diyeceği günler yakındır..." (Ebu Davud, Sünnet, 6, İmare 33; Tirmizi, İlim 10)
“Öteki Gündem” adlı bir televizyon programı izliyorum. Nazik ve zeki bir muhatap olduğu, sorularından ve tavırlarından kolayca anlaşılan bir hanımefendinin “herkese” hitap eden akıllıca sorularına muhatap oluyor karşısındaki iki konuk. Biri efendiliği ve sükunetiyle göz dolduran bir tasavvuf erbabı; diğeri gördüğü formel eğitimin titresiyle “üst makamdan” konuştuğu her halinden belli bir ilahiyatçı…
Fakat bu “üst makam” ne hikmetin “havassa has” üslubuna bürünmüşlüğünden sudur ediyor; ne de bilgiden bilgeliğe geçişini tamamlamış bir ruhun sükûnetinden… Aksine “çıkarımlarını” halka mal edememiş ve 1400 yıllık İslamî/irfanî geleneğe karşı serdettiği, fikir suretine bürünmüş hissiyatlarının maya tutmadığını gördükçe hırçınlaşan ve tekebbüre bürünen bir “üst makamdan.”
Tasavvuf erbabı “sakin adam”, Kur’ân’ı ve Sünnetin yapıtaşları olan hadis-i şerifleri örnek göstererek, programın konusuna katkıda bulunmaya çalışıyor. Hem ayetlere hem de ayetlerin en güzel tercümanı olan Peygamber sözlerine dayandırıyor irfanî geleneğin kavramlarını… Bazen bir hadis, bazen bir hadis-i kudsi ile berraklık kazandırıyor konuya… Mesela, hayatını iman ve Kur’ân hakikatlerine adamış ve insanlığın ayları, güneşleri hükmüne geçmiş nice ilim ve gönül erbabına verilmiş, “evliya” sıfatının lugavi ve Kur’âni manasının yanında, zamanla irfanî gelenek tarafından beslenmiş ve gelişmiş “özel anlamlarını” da ifade ediyor. Bunu yaparken de “işkembe-i kübrası”ndan atmıyor elbette; bir ayet ve bir hadis-i kutsi yetişiyor imdadına…
Elbette her hakikat, onunla muttasıf olmak isteyenlerin rengine bürünür. Ve en kutsal olan bile, taliplilerinin niyetine göre inşa ve ifna edilir! Eğer öyle olmasaydı, aynı kitaba bakıp, kimileri hidayete, kimileriyse dalalete sürüklenirler miydi? “Evliya meselesi de bunun gibidir” diyor. “Hak, batılın elinde muvakkaten batılın rengine bürünse de, hak değişmez; hakikat tebeddül etmez” demeye getiriyor sakin adam.
Yüzyıllardır, milyonlarca müminin, kendi günahlarının utangaçlığıyla başını eğip, “İnşallah Rabbimin huzurunda daha makbuldür” hüsn-ü zannıyla teveccüh ettiği hak aşıklarının ismiyle dua edilmesinin normalliğini anlatmaya çalışıyor. “Yâ Rab! Nasıl büyük bir sarayın kapısını çalan bir adam, açılmadığı vakit, o sarayın kapısını, diğer makbûl bir zâtın sarayca me'nus (sevimli) sadasıyla çalar; tâ ona açılsın... Öyle de: Bîçare ben dahi, senin dergâh-ı rahmetini, mahbub abdin (sevgili ‘kul’un) olan Üveys-el Karanî'nin nidasıyla ve münâcâtıyla şöyle çalıyorum. O dergâhını ona açtığın gibi, rahmetinle bana da aç.” diyen Bediüzzaman gibi, her müminin de aynı şuur ve metanetle dua ettiğini yahut etmesi gerektiğini anlatıyor.
Ama sakin adam, dili döndüğünce anlatmaya çalışa dursun; havanda su dövüyor, “hırçın adam”a göre. Çünkü kendisi Kur’an’dan konuşuyor! Her sözü Kur’an, hırçın adamın; her cümlesi oradan sudur ediyor! Sakin adam “hadis” diyor; “Ben sana Kur’an diyorum, sen bana ne diyorsun!” diyor. “Hadis-i Kudsi” diyor, sakin adam; hırçın adamın gözünde biranda “bilgisizler” sınıfına indirgeniyor. Ve daha bir sürü nezaketsiz tavırlar, konuşmalar, aforozlar, vs.ler…
Nasıl buluyor kendinde bu cesareti diyorum kendi kendime… 1400 yıllık İslami ve irfanî geleneğin şekillendirdiği bilgiyi, nasıl böyle cömertçe reddedebiliyor? Milyonlarca insanın hidayetine vesile olmuş; düşünce, tefekkür ve nefis terbiyesi gibi metotlarla yalnızca Müslümanların değil; gayr-i Müslimlerin bile teveccühünü kazanmış Abdülkadir-i Geylanî gibi bir nurani dehayı, ne kadar kolayca arka mahallenin çırağı edasıyla ağzında oynatıyor? Yüzyıllardır binlerin islamla şereflenmesine vesile olmuş, islamın yüzakı Mevlana’nın bile, kendi mesnevisindeki söz hakkı bilmem kaç tane beyitle sınırlı kalıyor, onun nazarında. Bir de “Keşke işin uzmanları gelse de günlerce konuşsak!” gibi bilirkişi edalı laflarla sözüm ona dirayetini ve selahiyetini izhar ediyor!
İçimde garip bir halet-i ruhiye beliriyor hırçın adama karşı. Öfke desem değil, acımak değil. Küçük görüyor hiç değilim. Şaşkınlıkla komik bulma arası bir hal bu sanırım. Biraz da bir dizi soruyla köpürmüş bir duygu yoğunluğu da işin içinde olabilir.
Ama ne şaşkınlığım ezberlerimi bozmasından, ne gülmem küçük görmemden ne de sorularım iddia ettiği şeylerden tevellüt kafa karışıklığından. Tüm bu hislerime, içimdeki bir fısıltı neden oluyor belki de: Nasıl oluyor da, tüm hayatını Kur’an’a vakfettiğini iddia eden birisi, elinde Kur’an’la, hem de Kur’anın ruhunu incitircesine, Kur’anın talebelerini Kur’anla itham edebiliyor?
Hakkın hatırı için mi? Oysa Kur’an en azılı Allah düşmanı Firavun için bile, Allah’ın Musa (a.s)’a kavl-i leyini nasihat ettiğini ifade ederken, hangi mümin böylesine tezyif ve tahkiri hak eder?
En iyi kendisi bildiği için mi? Halbuki Yusuf Suresi “Her bilenin üstünde bir bilen vardır” demiyor mu? İslam dünyasının ittifakla kabul ettiği bu kadar büyük insanların düşünce ve yaşam biçimlerini neyle tezyif ve tahkir ediyor da, yalancılıkla, dalaletle itham edebiliyor?
Yoksa kendisine daha önce hiçbir beşere nasip olmamış bir hakikat mi varid oldu? Bu nasıl bir hakikat ki binlerce yıl bekledi ve onca hulus-i kalple rablerinin dergahına iltica eden müminler bundan nasipsiz kaldı ve gaflete daldı? Halbuki Allah zerre kadar kimseye haksızlık yapılmadığına dair onlarca ayeti bize bildirmiyor mu?
Zannın çoğundan sakınılması, gıybetin ve sui zannın, müminleri ve insanları kesin bir bilgiye ulaşmadan yargılamak ve töhmet altına almanın nasıl bir çirkef olduğuna dair onlarca bilgi Kur’anda mevcutken, nasıl oluyor da “evliyayı vesile kıldılarsa dinden çıktılar” gibi akıl almaz hükümler verip, onca mümini dehşete düşürebiliyor!
***
Herhalde bilmek yetmiyor diyorum, irfan için. Ezeli hikmetin, yani Alemlere rahmet zat’a (a.s.m) Kur’ân’la birlikte verilen mihenge vurulmaksızın, her bilgi, varlığa dair ebter bir ‘ilgi’den ibaret kalıyor. Vahiy ve peygamberi şuurun harcıyla karılmamış her veri, verimsizleşiyor hasılı… En önemlisi de ilmin hilm ile mezcinden tezahür eden bir tebliğ anlayışının amacına ulaşacağına dair bir Kur’ani hakikatin kendi içimdeki tahakkukuyla noktalıyorum programı. Ve Cündioğlu’nun şu enfes tespitine bir kez daha hak vermeden edemiyorum:
“Cehalet, ilmin değil; hilmin zıttıdır.” (Osman)
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.